2 Ocak 2003 Perşembe

Aldanmış bir muvakkit: Halit Ayarcı

Bilkent Türk Edebiyatı bölümünde Hilmi Yavuz ile yaptığımız Türk Romanında Modernleşme dersinde sunduğum okuma raporu (2003).
Ahmet Hamdi Tanpınar, 4 Ocak 1950’de Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Kelimeler Arasında Elli Yıl” başlıklı yazısında, yirminci yüzyıl başında “dünya”nın ve “hayat”ın durumunu şu sözlerle anlatır: "Yirminci asrın başı, dünyayı hakikî bir cennet yapacağa benziyordu. İlim, her va’dini tutmuştu. Hayat büyük bir emniyet içindeydi ve daha ziyade kurulmuş bir saate benziyordu. Her geçen an bir sonrakini tayin ediyor hissini veriyordu."

Yazarın, 1954’te Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edildikten sonra genişletilerek, 1962 yılında kitap hâlinde yayımlanan Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanı, 20. yüzyılın Tanpınar’ın “objektif”inden yansıyan bu manzarası içinde, yalnızca başkişisi Hayri İrdal’ın kendi kaleminden yaşam öyküsünü anlatmakla kalmaz, toplum yaşamının Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e değişim sürecini de “zaman” ve “iş” kavramları çevresinde tartışır. Tanpınar’ın yirminci yüzyıl başını anlatırken kullandığı ve pozitif bilim etkinliğinin yarattığı hayatı temsil ettiğini düşündüğü “emniyet” ve “saat” sözcükleri, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün “fikir babası” Halit Ayarcı’nın zihniyetinin de kurucu ögelerini oluşturur gibi görünse de, gerçekte Halit Ayarcı, bilimsel gerçeklerin ardından giden değil, söylendikçe ve hayata geçirildikçe “hakikat”e dönüşeceğine inandığı “yalan”ların ortasında yaşayan, “eski”yi olduğu hâliyle reddeden ve “yeni”ye hangi biçimde olursa olsun inanılması ve hayata geçirilmesi gereğini öncül kabul eden, “[y]eninin bulunduğu yerde başka meziyete lüzum yoktur” sözüyle (213) kuramı ve bilgiyi gereksiz bulduğunu ifade eden, “araçsal akıl” ile etkinlik gösteren biridir. Halit Ayarcı’nın, “[b]ilgi bizi geciktirir. Zaten ne sonu, ne de gayesi vardır. Mesele yapmak ve yaratmaktadır. [...] Çünkü yaratmak, yaşamanın ta kendisidir” (326) şeklindeki sözleri, Tanpınar’ın, 8 Ağustos 1950’de Yücel’de yayımlanan “Ahmet Hamdi Tanpınar Diyor Ki…” başlıklı söyleşisinde yer alan ve “istihsal” ile “bilgi” arasındaki ilişkiye bakışını ortaya çıkartan şu sözleriyle çelişir:
Hakikî istihsal, ancak insan gayretiyle bunların işbirliğinden doğar. [...] Binaenaleyh tam bir iktisadî kalkınma, yani millet olarak mevcudiyetimiz, hattâ kendimiz tarafından tabiî görülmesi, ancak mevzu’unu iyi kavrayan bir bilgi ile yapılan çok geniş bir istihsal hareketi ile kabildir. Aksi takdirde şehir hayatımız, tefekkürümüz sun’i bir kabuk vaziyetinde kalır.
Tanpınar’ın Halit Ayarcı’yı bu düşüncelerin tam karşıtı bir etkinlik içinde göstermesi, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü, çok katmanlı ve karmaşık bir bürokratik yapı olmak dışında bir anlam ve işlev edinemeyen, üretimden yalıtılmış bir “müessese” aracılığıyla yaratılan bir “sun’i kabuğun” eleştirisi olarak okumayı olanaklı kılan bir durumdur. 2 Mart 1951’de Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Medeniyet Değiştirmesi ve İç İnsan” başlıklı yazısında, “medeniyet bir bütündür” (35) düşüncesini modernleşme anlayışının öncülü hâline getiren Tanpınar, medeniyet değiştirmenin yalnızca yeni kurumlar yaratmakla olmayacağını ve medeniyetin “[m]üesseseleri ve kıymet hükümleriyle beraber inkişaf” (35) edeceğini düşünmektedir. Tanpınar’a göre, Türk toplumu Tanzimat’a dek bu ilkeye bağlı olarak değişmişti: “Onlar parçalanmış bir zamanı yaşamıyorlardı. Hâl ile mâzi zihinlerinde birbirine bağlıydı” (36). Hayri İrdal’ın gözüyle, “Halit Ayarcı mazi ve istikbalini halin arasından gören zattır” (202). İrdal’ın kendine örnek aldığı ilk kişi olan Muvakkit Nuri Efendi’ye göre ise, “[h]al yoktur; mazi ve onun emrinde bir istikbal vardır. Biz farkında olmadan istikbalimizi inşa ederiz” (85).

Hayri İrdal’ın yaşamının Nuri Efendi ile Halit Ayarcı arasında geçen kısmı ise, Tanpınar’ın gözünden Türk toplumunun değişim sürecinin Hayri İrdal’da somutlaşan anlatısıdır. Hayri İrdal, Tanpınar’ın “bütünlük” ve “devamlılık” ilkelerini haklı çıkartacak şu sözleriyle, bu anlatının iletisini dile getirir gibidir: “Her ne olursa olsun mazim bugünkü vaziyetimden bana bütün mesele gibi geliyor. Ne ondan kurtulabiliyorum, ne de tamamiyle onun emrinde olabiliyorum” (54).

Muvakkit Nuri Efendi, Deli Seyit Lûtfullah ve Tunusluzade Abdüsselâm Bey, Hayri İrdal’ın modeller zincirinin ilk üç halkasını oluştururlar. Nuri Efendi’den lonca sisteminin çalışma ahlakını edinen Hayri İrdal, Lûtfullah’ta “[a]klı ortadan kaldırmadan hakikate ermenin imkânsızlığı” inancına tanık olur. Seyit Lûtfullah, Hayri İrdal’ın kafasında, “çalışma” ile “hayat” arasındaki bağı koparan kişidir: “Seyit Lûtfullah’ın mektebinden geçmiştim. Hayat kelimesi ile çalışma kelimesi arasında kafamda hiçbir münasebet kalmamıştı. Hayat benim için iki eli cebinde uydurulan bir masaldı” (73). Abdüsselâm Bey’in konağı ise, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir metaforudur: “Hürriyetin ilanından sonra, ayrı ayrı planlarda bir benzeri olduğu imparatorluk gibi, konak da yavaş yavaş dağıldı” (41). Hayri İrdal, hayatının bu üç kişi, üç zihniyet, üç dönem arasındaki kısmını şu sözlerle ifade eder:
Ben yıllarca bu adamların arasında, onların rüyaları için yaşadım. Zaman zaman onların kılıklarına girdim, mizaçlarını benimsedim. Hiç farkında olmadan bâzan Nuri Efendi, bâzan Lûtfullah veya Abdüsselâm Bey oldum. Onlar benim örneklerim, farkında olmadan yüzümde bulduğum maskelerimdi. Zaman zaman insanların arasına onlardan birisini benimseyerek çıktım. Hâlâ bile bâzan aynaya baktığım zaman, kendi çehremde onlardan birini tanır gibi oluyorum. (53)
Halit Ayarcı, Hayri İrdal’ın hayatına yepyeni bir çalışma anlayışını getiren kişidir: “Her iş, iş değildir. İş evvelâ bir zihniyet ve zaman telâkkisidir. [...] Çalışmak ancak muayyen düzeniyle olur…” (131). Halit Ayarcı’nın kastettiği düzen, sürekli ve kusursuz işleyen bir saatin mekanik düzenidir. Neden-sonuç ilişkilerini sorgulamayan, eylemin mantığını değil, yalnızca amaca giden yoldaki değerini önceleyen bu çalışma anlayışı, üretim ilişkilerinden tamamen yoksundur, çünkü üretim amaçlanmaz. Amaç, herkesin inandığı ve bağlandığı bir hayat düzeni yaratmaktır. Şehzadebaşı’ndaki kıraathane, Tanpınar’ın kaleminde, eski ile yeni arasında sıkışıp kalmış Türk toplumunun simgesel mekânına dönüşür. Halit Ayarcı, bu kahvede bir cemaat halinde yaşayan bu insanları şöyle yorumlar:
Hayat, kendi şeklini yaratmazsa böyle olur. Bu kahve hakkında sizi dinlerken, ben, çoğunu tanıdığım bu insanları hep bir çeşit aralıkta yaşıyorlarmış gibi düşündüm. İsterseniz onlara kapının dışında kalanlar da diyebiliriz. Muasır zamana girememiş olmanın şaşkınlığı içinde yarı ciddî, yarı şaka, tembel bir hayat! Öyle bir mazi falânla pek alâkası olmasa gerek! (131)
Hayri İrdal’ın düşünceleriyle Halit Ayarcı’nın düşünceleri tam bu noktada örtüşürler: “Hakikaten buradaki hayat, asıl kapının dışında bir hayattı. Ve onu yaşayanlar, o şekilde, yani hiç içeriye girmeyi düşünmeden, yahut da bir ayakları daima eşikte, yaşıyorlardı” (132). Tanpınar, eski ile yeni arasındaki gerilime ilişkin yorumunu hem Hayri İrdal’a hem de Halit Ayarcı’ya söyletir.

Eski/yeni kavram çiftinin Tanpınar’ın modernleşme anlayışında edindiği konum, kendini romanın adına taşıyacak kadar önem kazanan “saat” simgesinde somutlaşır. Eski ile yeni arasındaki farklılığın derecesi, “Mübarek” ile “Villâ Saat” arasındaki farklılıkla doğru orantılıdır. Bu iki simge, iki ayrı medeniyetin zaman anlayışını da temsil ederler. Hayri İrdal, Tanzimat öncesi Osmanlı toplumun zaman algısını şu sözlerle ifade eder:
Herkes bilir ki, eski hayatımız saat üzerine kurulmuştur. [...] Saat Allahı bulmanın en sağlam çaresi idi ve bu sıfatla eskilerin hayatını idare ederdi. [....] Onun, kendine mahsus, hayatın her iki buudunda genişleyen hassaları vardı. Bir taraftan bugününüzü ve vazifelerinizi tayin eder, öbür taraftan da peşinden koştuğumuz ebedî saadeti, onun lekesiz ve arızasız yollarını size açardı. (27)
Hayri İrdal’ın annesinin “Mübarek” (30), babasının ise “Menhus” (31) [Uğursuz] adını taktığı ayaklı saat, zamana ayak uyduramayan işleyişiyle, eski hayatın bir simgesidir: “[B]u bağımsız saat ne ayar, ne ıslah ve tamir kabul ederdi. O başını almış giden, insanlardan tecerrüt halinde yaşayan hususi bir zamandı” (30). Muvakkit Nuri Efendi’ye göre ise, “[s]aatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur” (34). Saati bir bütün olarak neredeyse bir medeniyet tanımına dönüştüren bu sözlere karşılık, Halit Ayarcı’ya göre saat yalnızca bir araçtır:
Saat bir vasıta, bir âlettir. Tabiî mühim bir âlettir. Terakkî saatin tekâmüliyle başlar. İnsanlar saatlerini ceplerinde gezdirdikleri, onu güneşten ayırdıkları zaman medeniyet en büyük adımını attı. Tabiattan koptu. Müstakil bir zamanı saymaya başladı. Fakat bu kadarı kâfi değil. Saat zamandır, bunu düşünmemiz lâzım! (237)
Nuri Efendi ile Halit Ayarcı’nın zaman anlayışları, saat ile medeniyet arasındaki ilişkinin iki farklı yorumunu oluşturur. Saati bir bütün olarak mekân-zaman-insan ilişkisinin simgesi sayan Nuri Efendi’ye karşılık, Halit Ayarcı için saat ile medeniyet arasındaki ilişkinin odağında “çalışma” vardır:
Çalışmak, zamanına sahip olmak, onu kullanmasını bilmektir. Biz bunun yolunu açacağız. Etrafımıza zaman şuurunu vereceğiz içinde yaşadığımız havaya bir yığın kelime ve fikir atacağız. İnsan, her şeyden evvel iştir, iş ise zamandır, diyeceğiz. (236)
Nuri Efendi ile Halit Ayarcı arasındaki köprü ise, Nuri Efendi’nin şu sözünün Enstitü’ye slogan olarak seçilmesiyle kurulur: “Ayar, saniyenin peşinden koşmaktır!” (37) Nuri Efendi’ye göre mekân-zaman-insan bütünselliğini korumanın bir gereği sayılan “ayarlama” eylemi, Halit Ayarcı’nın zihniyetinde karşılığını “terakkî” kavramında bulur. Halit Ayarcı’nın tek gayesi vardır: “Elli senede bir medeniyete bütün tarihiyle yetişmek” (263). Bu iki zihniyetin arasında sıkışan ve “[k]oşmak, kımıldamak, atılmak, istemek, isteyişinde devam etmek lâzımdı. Bütün bunlar benim için değildi. Ben biçare bir gölge idim” (142) diyen Hayri İrdal, bu durum karşısındaki çaresizliğini şu sözlerle dile getirir: “En iyisi düşünmemekti. Kaçmaktı. Kendi içime kaçmak. Fakat bir içim var mıydı? Hattâ ben var mıydım? Ben dediğim şey, bir yığın ihtiyaç, azap ve korku idi” (173).

SAE’nin varlığı, Halit Ayarcı’nın, yaptığı işe olan inancını kaybetmesiyle son bulur. “Terakkî” yolunda “zaman” ve “iş” arasında kurduğu ilişkiden “insan” faktörünü dışlayan Ayarcı, çalışanların kuruma olan bağlılıklarının aslında yüzeysel bir bağlılık olduğunu gördüğünde, önce “[b]izi aldattılar” (352), sonrasında ise “aldandığımı anladım” (358) diyerek tepki verir. Çevresinde bulduğu her şeyi belli bir amaca ulaşmak uğruna araçsallaştıran Halit Ayarcı’nın bu “yanılsama”sını Tanpınar, yeni ile eski arasında kendi kimliğini arayan Hayri İrdal’a şu sözlerle yorumlatır:
Hayır, yalan söylemiyorlar, diyordum. İkisinde de samimî idiler. Yeniliği kendilerine ucu dokunmamak şartıyla seviyorlardı. Hâlâ da o şartla severler. Fakat hayatlarında emniyetli ve sağlam olmayı tercih ediyorlar. (350)
Eski ile yeni çatışmasını Huzur’da, Mümtaz kişiliğinde biçimlenen bir “içe bakış”la işleyen Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde, bu çatışmayı “sun’i bir kabuk” (“Ahmet Hamdi Tanpınar Diyor Ki…” 293) yaratarak aşmaya çalışan Halit Ayarcı kişiliğinde bir “dışa bakış”la işlemiştir. “Eski” ile “yeni” kutupları arasındaki ölçek çizgisi Huzur’da İhsan ve Suat, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde ise Nuri Efendi ve Halit Ayarcı arasına çekilmiştir. Bu çizginin “sıfır noktası”nda ise, mâzi ve hâl arasındaki bağı kurmaya çalışan Mümtaz ve Hayri İrdal bulunmaktadırlar.

KAYNAKLAR:

Tanpınar, Ahmet Hamdi. “Kelimeler Arasında Elli Yıl”. Yaşadığım Gibi 81-86.
Tanpınar, Ahmet Hamdi. “Medeniyet Değiştirmesi ve İç İnsan”. Yaşadığım Gibi 34-39.
Tanpınar, Ahmet Hamdi. Huzur. Edebiyat 351. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2001.
Tanpınar, Ahmet Hamdi. Saatleri Ayarlama Enstitüsü. 1962. Edebiyat 364. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2001.
Tanpınar, Ahmet Hamdi. Yaşadığım Gibi. Haz. Birol Emil. Çağdaş Türk Düşüncesi Dizisi 3. İstanbul: Dergâh Yayınları, 1996.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder