23 Nisan 2013 Salı

Eylül Fırtınası kimi vurdu?

Yazan: Cahit Akın

DİKKAT! AĞIR "SPOILER" İÇERMEKTEDİR.

Yapım sermayesi eski ülkücü İskender Ulus'a ait olan ve senaryosu Habib Bektaş'ın Gölge Kokusu adlı romanından uyarlanan bu film hakkında estetik açıdan söylenecek fazlaca bir söz yok; yönetmen Atıf Yılmaz'ın kendisi de söylemiş zaten, "Ben bu filmi bir roman formatında yaptım" diye. Türk sinemasından beklenecek olağanlıkta bir görüntü kalitesi, teknik altyapı. Yine de iyi bir yönetmenlik çalışması, Atıf Yılmaz'ın birikimi yansıyor perdeye. Dil yalın, aksiyon dingin, üslup içeriğe yatkın.

Anlatılana film tadını katan ise yılların deneyimli ve bilinçli oyuncusu Tarık Akan ve şaşırtıcı derecede yetenekli çocuk oyuncu Kutay Özcan'ın performansları. Kutay müthiş bir yetenek; sesiyle, mimikleriyle, jestiyle, bana mısın diyen oyuncuların karşısında bile hiç dağılmadan oynayabilecek bir oyuncu (hatırlamayanlar için: "çok çalışmam lazım, çook!"). İlk filminde beğenilen oyunculara "iyi bir oyuncu adayı" falan derler ya, Kutay için bu söz haksızlık olur, o sanki oyuncu doğmuş, küçücük yaşına aldırmadan, altından kalkılması son derece zor bir rolü üstlenmiş, sanki yemek yer, salıncakta sallanır gibi rolünün altından kalkmasını bilmiş, dahası, insana bu rol ancak böyle oynanabilir, bu rolü ancak Kutay oynayabilir dedirtiyor. Kutay'ı unutmak imkânsız.

Tarık Akan, canlandırdığı karakterin hikâyedeki yerini yumuşak bir üslupla seyirciye benimsetmeyi başarıyor, Dede'yi gerçek kılıyor. Onun oyunuyla Dede, Anadolu toprağının kokusunu taşıyor perdeye, sağduyusunu, vakarını, ezilmişliğini, inançlarını, bağlılıklarını, sevecenliğini, suskunluğunu.

Sadık rolünde Hazım Körmükçü'nün, kendisine biçilen rolü inandırıcı, doğal ve teknik oyunuyla canlandırması da tiyatro deneyiminin bir sonucu olsa gerek. Öte yandan Rasim ve Ayten rollerini üstlenen oyuncuların deneyimsizliği hem bu karakterlerin derinliğini algılamaktan uzak ve hem de inandırıcı olmayan bir havayı yansıtıyor seyirciye, her iki rol de bir noktadan sonra aksiyondan uzaklaşıyor, öykü dışı karikatürlere, temsillere indirgeniyor. Sadık, Rasim ve Ayten için seçilen kostümler hikâyenin yaşandığı döneme ait değiller, daha çok doksanların spor giyim mağazalarından alınmış ünlü markaların giysileri. Giysi seçiminde en yüksek başarı Dede'de yakalanmış, sade ve alçakgönüllü, doğal.

Gelelim asıl soruya: "Eylül Fırtınası" kimi vurdu? Benim yanıtım, "dönek koca" Rasim'i vurduğu olacak. Bu yazıyı yazmamın asıl nedeni de buydu zaten. Romanı okumadığım için bilmiyorum ama ister Habib Bektaş, isterse de Atıf Yılmaz olsun bakışın sahibi, Rasim karakterinde temsil edilen "döneklik" hâli film boyunca mahkûm edilmiştir. Bu mahkûmiyetin tescili için hikâyeye katılması gereken ne varsa yerine getirilmiş, finalde "alkolik, pısırık, silik" bir insan olarak tanımlanarak idam fermanı imzalanmıştır.

Rasim kimdir? Her şeyden önce bir genç, tıpkı Ayten gibi, Sadık gibi. Üç kişilik bir dostluğun sadık bireyi. Ayten'i sevmiş, Ayten de onu, evlenmişler, bir çocukları olmuş (Kutay Özcan). Ne onlar Sadık'a ihanet etmiş hiç, ne de Sadık onlara. Ne Ayten Rasim'e ihanet etmiş, ne de Rasim Ayten'e. Ta ki "Eylül Fırtınası" esene dek. Sonrası fırtınanın savurduğu yolların hikâyesi. Ayten, Rasim'in itirafıyla "aslında hep güçlü olan" Ayten işkenceye direnmiş, kocasının gizlendiği yeri söylememiş, ele vermemiş onu, çözülmemiş. Rasim sonunda yakalanmış, Ayten'i salmışlar, Rasim işkenceye dayanamamış, çözülmüş, anlatmış.. Ama zaten bildikleri şeyleri.. Rasim sınırlarının ötesine geçememiş, acı eşiği karısınınkinden daha geride, Rasim konuşmuş, Rasim çözülmüş, Rasim dayanamamış, Rasim insan olmaklığının kurbanı olmuş, sonunda "dönek" damgasını yemiş, karısını çocuğunu arkadaşını ülkesini iradesini saygınlığını babalığını kocalığını âşıklığını maşukluğunu yitirmiş, istemese de yitirmeyi, birileri ona bütün bunları artık yitirdiğini, yitirmiş bir insandan başka bir şey olamayacağını söylemiş. Rasim kurtulduğu hücreden çok daha dar bir hücreye atılmış, Rasim kurtulduğu hapishaneden çok daha acımasız bir hapishaneye kovulmuş, o artık hiç bitmeyecek bir cezayı çekiyor, o artık sadece bir mahkûm, o artık sadece bir "dönek".

Çırpınması, kendini bağışlatma çabaları boşuna. "Bağışlayın beni" diyor, yüzünü önce Dede'ye dönüyor ama o güzelim Dede bile "Bir bizle kalsa iyi" cevabını yapıştırıveriyor Rasim'in suratına. Yüzünü karısına döndürüyor, "Aslında güçlü olan hep sendin, sana benzemeyi çok isterdim" diyor, Ayten yüzünü çeviriyor, bağışlamıyor onu, Rasim bir hain, o artık kocalığı bile hak etmiyor, koca dediğin asla bir hain olmamalı, koca dediğin Sadık misali eli kalem tutmalı, entelektüel olmalı, bakışlarından sevecenlik hiç eksik olmamalı... Ayten'in örselenmiş yüreği çözülüyor, salıyor kendini Sadık'ın bilge ve sevecen varlığına. Sadık'ın sicili temiz, tıpkı yüzü gibi, kılsız kılçıksız, Rasim'in yüzü kara, karanlık sarmış her yanını, Rasim yitik bir geleceğin temsili, Sadık aydınlanmanın, sanki sosyalist bir dergide değil de Radikal gazetesinde köşe yazarı.

Çaresi yok, Rasim nükleer atık misali bir an önce atılmalı memleketten, çürümeye bozunmaya terk edilmeli yaban ellerde, tüm sevdiklerinden uzak kalmalı, onu en çok seven, ona en çok gereksinim duyan çocuğundan bile. Rasim sonunda "alkolik, pısırık, silik" bir insan olmalı. Rasim günah keçisi.. Vurun Rasim'e!

Oğul baba'nın hesabını sormayacak kimselere, baba ile yüzleşmeyecek, baba'nın yitmişliği oğul'un dilinden etiketlenecek, oğul baba'yı "alkolik, pısırık, silik" biri olarak kazıyacak belleğine, bir baba'nın dönek'in ve koca'nın hikâyesinin kıssadan hissesini bu üç kelimeyle anlatacak âleme kafa sesiyle, oğul'un kulağındaki küpe sadece doksanlı yılların gençlik alameti, hiçbir değişime göndermede bulunmayacak. Anne, oğul ve "asıl" baba, nurlu bakışlarıyla geçmişin mezarlığında kreşendo yapacak, objektif ağır ağır yükselecek nurlu semalara, muhteşem üçlü geleceğin temsillerine el koyacak, muktedirlerin hikâyesine noktalı virgül.

Yönetmen Atıf Yılmaz "Romana hiç sadık kalmadık" diyor, Rasim'in yitmişliğine seyirci kalıyor. Eylül Fırtınası asıl Rasim'i vuruyor, hem de acımadan, düşünmeden, sorgulamadan. Eylül Fırtınası, "acı eşiği" bilgisinden yoksun ya da ihmal edebilecek kadar suistimal ediyor Rasim'in, Rasim'lerin hikâyesini. İşkence altında çözülüp "bülbül gibi ötmeyi" hâlâ döneklik olarak algılayanların safında yer alıyor Eylül Fırtınası, bu saplantıya o da teslim oluyor. Tarık Akan'ın dede yorumundaki yumuşaklığın dönek koca'ya yansıması, "Düşman kim o hâlde?” diye sorması yetmiyor Rasim'in kurtuluşuna, dede ölüyor, Rasim yitiyor, hepsi bu. "Rasim nasıl kurtulur?" sorusu sorulmuyor, hâlâ yok bir cevabı.

Eylül Fırtınası'nın dikkat çekici olabilecek bir diğer çözümlemesi, dede ile torun'un dilleri arasındaki paralellik, simetri. Bana öyle geldi ki, dede bir anlamda torun'un dili oluyor, kendini torun'un iç dünyasına taşıyıp oradan konuşuyor, torun'un söyleyemediklerini dillendiremediklerini açığa çıkartıyor. Belli ölçekte bir simetriyle torun da dede'nin suskunluğuna taşıyor kendini, oradan dönüştüğü bir vakar ile yaşıyor olanı biteni. Dede torun'un çıkmazlarını devralıyor, yanıtsız sorulara karışıp yitiriyor bilincini; torun ise dede'nin sabrını sağduyusunu vakarını devralıyor, umudunu o sığınaklarda koruyor, oradan taşıyor kendini geleceğe. Keşke bu film aklımda sadece dede ve torun imgeleriyle kalsaydı.

Daha önce üç 12 Eylül filmi izlemiştim (başka da yok herhalde): Sen Türkülerini Söyle, Ses ve Sis. Şimdi dört oldular. İzlediğim filmlerin hepsini toplasam bir "Eylül" filmi etmiyor. Kimseden "iddialı" bir film beklemek hakkımız yok belki ama en azından duygu sömürüsüne ve klişe bakışlara sığınmamalarını talep hakkımız bakidir. Eylül Fırtınası, Tarık Akan'ın dede'si ve Kutay Özcan'ın torun'u dışında, güvenilirliği ve iyimserliği hak etmeyen bir film benim için.

hamiş (2007):

2000 yılında kaleme almıştım bu yazıyı. Geçen yıllarda Çemberimde Gül Oya dizisinde ve Babam ve Oğlum filminde salyasümük ağlayan yurdum ortadireğinin nazarıdikkatini celbetsin deyu iktibas etmeyi münasip buldum. Hâlâ gerçek bir 12 Eylül filmi yapılmadığını, Türkiye tarihinin belki de en acılı dönemi olan o döneme dair yazılmış ve yazılabilecek şu ya da bu metin aileiçi ilişkiler üzerinden meşrulaştırılmış bir cemaat ahlâkının hegemonyasından kurtarılmadıkça da yapılamayacağını öne sürüyorum. Onca ölüm, zulüm, işkence, kavga, mücadele, inanç, bilgi, deneyim; adına aile denilen mülkiyet esaslı tahakküm mekanizmasının pazar, bayram ya da cenaze yemeğinin sosu değildir.

hamiş (2013):

Ekleyecek veya çıkaracak bir sözüm yok, film ve "döneklik" olgusu hakkındaki fikirlerim değişmemiş.