15 Haziran 2003 Pazar

Gelenek ile modernlik arasında bir Osmanlı bürokratı: Ebubekir Hâzim Tepeyran

Bilkent Türk Edebiyatı bölümünde Mehmet Kalpaklı ile yaptığımız ders için yaptığım çalışma (2003).
Her ne kadar öznel bir bakış açısını barındırsalar da bir edebî tür olarak anılar, resmî belgelerin yetersiz kaldığı bilimsel araştırmalarda belge niteliği kazanırlar. Osmanlı araştırmalarında resmî belgelerin yanısıra edebî eserlerin de kaynak olarak kullanıldığı görülmektedir. Örneğin Carter Vaughn Findley, Kalemiyeden Mülkiyeye: Osmanlı Memurlarının Toplumsal Tarihi adlı kitabında, Osmanlı mülkiye memurlarının “kültürel ikilik karşısındaki tepkilerin[in] oluşturduğu yelpazenin genişliğini göstermek için” (189) Aşçı Dede İbrahim’in anılarından ve Abdülhak Şinasi Hisar’ın Ali Nizami Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği (1952) adlı hikâyesinden yararlanır. Zaman zaman başka romanlardan da yararlanan Findley’in ne bu kitabında ne de Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform adlı kitabında Ebubekir Hâzim Tepeyran adına hiç rastlanmıyor olması bu açıdan dikkat çekicidir. Oysa küçük bir taşra kaleminde başlayan yaklaşık elli yıllık memuriyetinde Dahiliye Nâzırlığı’na dek yükselen Tepeyran’ın ilk kez 1944’te yayımlanan Hatıralar adlı anı kitabı, taşra kökenli bir bürokratın yetişme sürecini ve kültürel yönelimlerini izlemek açısından önemli kaynaklar arasında görülmelidir. Küçük Paşa (1910) adlı romanının Türk edebiyatında köyü ve köylüyü konu edinen ilk roman olması nedeniyle Tepeyran’ın “ilk köy romancısı” kimliğinin bürokrat kimliğinin önüne geçirilmiş olması, Osmanlı bürokrasisine ilişkin araştırma literatüründe gözden kaçan bir ad olmasının nedenleri arasında sayılabilir.

Gelenek ile Modernlik Arasında Bir Osmanlı Bürokratı: Ebubekir Hâzim Tepeyran ve Hatıralar’ı
...öyle bağlarını çözmeye ve özgür ufuklarda uçmaya hazır atılımlarını gördüm ki bir eli eski alışkanlıklarını tutmakta gevşerken, öteki elinin yeni alışkanlıklara iyiden iyiye yapışacağında kuşkum kalmadı. -Halit Ziya, Kırk Yıl.
İkinci baskısı 1998 yılında yapılan ve hacmi 600 sayfayı aşan Hatıralar’a yazdığı tek sayfalık “Sunuş” yazısında Oktay Akbal, kitabın diğer anı kitaplarına hiç benzemediğini öne sürerek, “Tepeyran, yarım yüzyıl süren devlet adamlığı süresince gözlemlerini birer öykü niteliğinde anlatmasını bildiği için anıları kişisel olmaktan çıkıp bir çeşit yaşam romanı niteliğini kazanmıştır” der. Küçük Paşa’nın 1910’da yayımlanan ilk baskısı ile 1946’da yayımlanan ikinci baskısı karşılaştırıldığında fark edilir ki, Tepeyran romanın ilk baskısında yer alan kimi yan öyküleri torunu Akbal ile yaptıkları sadeleştirme sırasında metinden çıkartmış (Akbal, “Küçük Paşa Anıları”) ama anı kitaplarına koymuştur. Benzer bir durum, 1908’den önce yazdığı öykülerini içeren Eski Şeyler adlı kitabı için de geçerlidir: 1910’da yayımlanan ve bir daha baskısı yapılmayan bu kitaptaki “hikâyelerin hemen tamamı, hatıralarında da yer verdiği olay ve durumların anlatılmasıdır” (Hayber 14). Tepeyran’ın farklı türden eserleri arasındaki bu geçişlilik ilişkisi iki şekilde yorumlanabilir: Tepeyran ya anılarını yazarken, Akbal’ın da belirttiği gibi, sanki bir roman ya da öykü yazıyormuş gibi edebî bir üslup ve hatta yapı kullanmaya özen göstermektedir ya da roman veya öykü yazarken anılarda rastlanabilecek düzeyde belgesel bir üslup kullanmaktadır.

Akbal’ın kitabın başında yer alan yazısını, Türkiye Yayınevi’nin hazırlamış olduğu “Ebubekir Hâzim Tepeyran” başlıklı yaşamöyküsü izler. Tepeyran’ın ayrıntılı yaşamöyküsünün bulunabileceği bir diğer kaynak ise, Abdülkadir Hayber’in 1988 yılında Kültür Bakanlığı tarafından yayımlanan Ebûbekir Hâzım Tepeyran adlı incelemesidir. Her iki yaşamöyküsünde de büyük ölçüde Tepeyran’ın anı kitaplarından yararlanılmıştır.

1864’te Niğde’de doğan Ebubekir Hâzim Tepeyran, tanınmış ve köklü bir aile olan Niğdeli Murat Paşa sülalesinden Niğde Tahrirat Müdürü Bekir Beyzade Hasan Efendi’nin oğludur. Başlangıçta mektebe gitmeye ve okumaya istek duymayan Hâzim, yarım bıraktığı öğrenimini Isparta ve Antalya rüştiyelerinde “usule aykırı olarak ‘mülazım sınıfı talebelerinden’ sıfatıyla” (10) sürdürür. Antalya’da babası tarafından Tahrirat Kalemine mülâzım atanan Ebubekir Hâzim, 1879’da Niğde’de rüştiyeyi birincilikle bitirdikten sonra Tahrir-i Emlak Ve Arazi dairesinde Muhaberat Kâtipliği, yanısıra da rüştiyede yazı hocalığı yapar. Çeşitli konularda yazdığı makaleleri, o sıralarda Konya’da mektupçu ve matbaa nazırı olan şair Mehmed Nâzım Paşa tarafından beğenilerek vilayet gazetesinde yer alır. Tepeyran, Niğde’ye gelen Said Paşa’nın dikkatini çekerek, ilk ciddi memuriyet görevi sayılabilecek Konya Maarif Meclisi Kâtipliği ve Vilayet Gazetesi Muharrirliğine getirilir. Mehmed Nâzım Paşa’nın teşvikiyle yazdığı şiirler Vilayet gazetesinde yayımlanırsa da, bir gazelinde geçen "Ol kadar ettim teâlî lâmekân-ı aşka/ Arş-ı âlâ en pesin bir âstânımdır benim" beytine Kadı Emin Efendi tepki gösterir. İkinci Abdülhamid döneminin matbuat sansürü henüz başlamamış ya da taşraya sirayet etmemiş olsa da, Allah’a hitaben yazdığı bir başka gazelinde de "Zâlimleri ikdâr ile sen azlem edersin/ Mazlumu tazallümde dahi ebkem edersin" beytini görünce Emin Efendi’nin tepkisi daha da büyür ve sonunda Said Paşa, Hâzim Bey’i şairlikten vazgeçirmek zorunda kalır.

1885’te, Kastamonu valisi Abdurrahman Paşa’nın teklifiyle Kastamonu Mektubî Kalemi Mümeyyizliğine tayin olur. Bundan sonraki on yıl, Abdurrahman Paşa’nın maiyetinde geçecektir. Kastamonu’daki altı yıl içinde mühürdarlık, mektupçu kalemi mümeyyizliği, vilayet gazetesi yazarlığı, idadî mektebinde mecelle ve mülkiye kanunları hocalığı yapar. Paşa’yla birlikte İzmir’e gelip mektupçu mümeyyizliği ve mektupçuluk yapar. Konya’da kendi kendine öğrenmeye başladığı Fransızcasını İzmir’de Halit Ziya Uşaklıgil’in yardımıyla ilerletir. 1893’te Edirne’ye tayin edilen Paşa’yla birlikte giderek Vali Muavini olur.

1896’da Dedeağaç Mutasarrıflığına tayin edilir. Buradaki başarılı çalışmaları, Jön Türklerden olduğu iddiasıyla saraya jurnal edilerek hakkında tahkikat açtırılınca yarım kalır; 1898’de görevinden azledilerek İstanbul’a gelir. Jurnalin esasını öğrenmeye ve iftiraların asılsızlığını kanıtlamaya çalıştığı sırada, tavsiye üzerine, Dedeağaç’ta kendi çektiği fotoğraflardan oluşan bir albümü resme meraklı İkinci Abdülhamid’e takdim eder. Albüm, Abdülhamid’in de fotoğrafçılığa heves etmesine neden olur ve Tepeyran “Bâlâ” rütbesi ve ikinci dereceden “Osmanî nişanı” ile taltif edilerek Musul’a vali tayin edilir. Burada asayişi sağlama ve petrol şirketi kurma gibi çalışmaları yine bir jurnal üzerine kesilerek 1902’de Şûrâ-yı Devlet azalığına tayin olmuştur.

1903’te Manastır valiliğine tayin edilerek, buradaki üç buçuk yıl içinde eşkıyalık hareketlerini bastırmadaki başarısı nedeniyle birinci rütbeden “Osmanî” ve “Mecidî” nişanları verilir. 1906-1909 yılları arasında Bağdat, Sivas ve Ankara valiliği yapar; 1909’da İstanbul Şehremini olur; 1910-1914 yılları arasında Hicaz, Beyrut, Halep valilikleri yaptıktan sonra 1914’te Şûrâ-yı Devlet Mülkiye ve Maarif Dairesi başkanlığına, 1918’de Bursa valiliğine tayin edilir. 1920’de Ali Rıza Paşa ve Salih Paşa kabinelerinde Dahiliye Nâzırlığı yapar. Bursa valiliği sırasında Kuvva-yı Milliye’yi himaye ettiği iddiasıyla Mustafa Paşa Divan-ı Harbince idama mahkûm edilir. Tevfik Paşa kabinesince yeniden kurulan Divan-ı Harp beraatine karar verir. 1921’de Ankara’ya gelir, Sivas ve Trabzon valiliği yapar. 1922’de emekli olur ve aynı yıl Niğde milletvekili olarak TBMM’ne girer. 10 yıl sonra bir daha milletvekili olur. 1947 yılında, 83 yaşındayken vefat eder.

Kitabın anıları kapsayan ana gövdesi, muhtemelen, günlük tutmayı alışkanlık edinen yazar tarafından, 1902’deki Şûrâ-yı Devlet azalığına tayinine kadar görev yaptığı vilayetler esas alınarak bölümlenmiştir. Coğrafi mekân ve kronolojik zaman arasında organik bağ kuran düzeniyle kitap, yalnızca bölüm ve kesim başlıklarına bakıldığında, Tepeyran’ın memuriyet yaşamının kuşbakışı izlenebileceği bir yapıya sahiptir. Tepeyran’ın Niğde, Isparta ve Antalya’daki ilk yetişme yıllarını ve memuriyete giriş sürecini kapsayan “Hatıralar” başlıklı ilk bölümü sırasıyla “Konya”, “Kastamonu”, “Sinop”, “İzmir”, “Edirne”, “Gelibolu”, “Dedeağaç”, “Musul Yolunda”, “Musul”, “İstanbul” başlıklı bölümler izlemektedir. 1902 yılından sonraki anılarını Zalimane Bir İdam Hükmü (1946) ve Sadi Borak tarafından sadeleştirilerek düzenlenen Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları (1982) adlı kitaplarda bulmak mümkündür.

Kitabın sonuna eklenen 14 sayfalık “Açıklamalar” bölümünde, metinde geçen kişi ve yer adları, dönemin toplumsal yaşamını karakterize eden kültürel terimler, kurum ve gazete adları, tarihsel olaylar hakkında kısa bilgiler verilmiştir. Kitabın ayırıcı niteliklerinden biri de, anı kitaplarında genellikle rastlanmayan, 30 sayfalık bir “Genel Dizin”i bulunmasıdır. Son sayfalarda ise, Tepeyran’ın el yazısından örnekler ve kendisi tarafından çekilmiş fotoğrafları da kapsayan “Fotoğraflar” yer almaktadır.

Tepeyran’ın Hatıralar’ını okumak, tipik bir Osmanlı bürokratının geleneksel eğitim sistemi ve kalem ortamı içinde yetişme sürecini izlemek açısından oldukça zengin bir süreç niteliğindedir. Tepeyran’ın kitaba eğitim sistemindeki aksaklıkları ve karşılaştığı örnek devlet adamlarını konu edinerek başlaması, onun kendini her şeyden önce bir bürokrat kimliği içinde anlatmak istediğini gösterir. Çocukluk yıllarında tanıdığı iki devlet adamının, sabık sadrazam Esad Paşa ile Müşir Mehmed Said Paşa’nın Tepeyran’ın memuriyete girişinde önemli rolleri vardır:
Esad Paşa merhumun yurt çocuklarını cehaletten kurtarmak yolundaki ciddi, azimli ve fiili teşviki olmasa [...] şüphesiz mektebe gitmeyecek ve Said Paşa Niğde’ye gelmese orada mıhlanıp kalacak, uzun yıllar devlete ve memlekete hizmet şerefiyle bahtiyar olmayacaktım. (18)
Konya’daki ilk görev gününde “halef-selef devir ve teslim muamelesi” (22) sırasında, yapılacak işe ve hatta çalışırken oturma biçimine dair “hâce”sinden öğütler alması, geleneksel Lonca düzeninin temelini oluşturan usta-çırak ilişkisinin 19. yüzyılın son çeyreğinde dahi sürdüğünü belgeler. Ancak, Said Paşa memurların geleneksel edep ve terbiyeye göre değil, iş nasıl daha kolay ve çabuk yapılacaksa öyle oturmasını isteyen (22) rasyonel bir “usta”dır. Mektupçu ve şair Mehmed Nâzım Bey de Hâzim Bey’i şiir yazmaya teşvik ederek onları gazetede yayımlar, genç şairi şiir meclislerine katar. Hâzim Bey, usta-çırak ilişkisinin hüküm sürdüğü bir çalışma ortamında, Hâzim’i “terbiye etmeyi ve aydınlatmayı kendilerine bir insanlık vazifesi saymış” (23) açık düşünceli bir hami ve destekleyici bir şairin etkisinde yetişmektedir. Ancak, Kadı Emin Efendi’nin gazellere olan tepkisi giderek artınca Said Paşa, Hâzim Bey ile şu uzun konuşmayı yapmaya mecbur olur:
Gazetede şiirlerinizi görüyorum. Ben, bizim İran taklidi şiirlerden hiçbir lezeet almam; hatta layıkıyla anlamam bile. Yazdığınız şeyler iyi olabilirler. Nasıl olursa olsun, onları yazmak için harcadığımız zaman kayıbını karşılayamazlar. Maalesef itirafa mecburuz ki, bu memlekette güzel sanatlar zevki, henüz sayılı birkaç kişiye münhasırdır. Şimdiye kadar biz Türkler’den refaha kavuşmuş bir şair, bir ressam, bir musikişinas görmedim, duymadım. Hele şairlerimiz hiç istisnasız zaruret içinde yaşamaya mahkûm bulunuyorlar. Bu yüzden de kendilerini içkiye vererek üstelik sıhhat nimetinden de mahrum oluyorlar. Bütün ömürlerini sefalet içinde ve “felek” namıyla icat ettikleri hayali bir musibet amiline söğmekle geçiriyorlar. Sizin de bu bedbaht zümreye katılmanıza gönlüm razı olmuyor. Yaşınız her şeyi öğrenmeye müsaittir. Bir fenne bile bağlanabilirsiniz: Onunla beraber memur mesleğinde kalsanız bile, idari, adli veya mali mesleklerden ihtisas sahibi olmanız lazımdır. Bu ihtisası peyda edebilmek için mutlaka Avrupa dillerinden birini öğrenmek mecburiyeti var. Çünkü herhangi bir meslekte ilerlemeye yarayacak kitap yok. İnsan şimdiki kitaplarımızdan ne kadar çok okursa okusun, gözü bağlı olarak kuyu dolabına koşulmuş bir at gibi, küçük bir daire içinde döner durur. İlerleme ve olgunlaşma yolunda bir adım mesafe ilerleyemez. (33-34)
Bu uzun konuşma, “İngiltere’de mükemmel bir tahsil görmüş ve tamamıyla İngiliz terbiyesi almış olmasından dolayı ‘İngiliz’ lakabıyla şöhretlenen” modern bir bürokratın dönemin kültür, edebiyat ve memuriyet ortamına bakışındaki eleştirel tonu yansıtmanın yanısıra, Tepeyran’ın düşünsel yönelimlerini biçimlendirecek öğeleri de fazlasıyla barındırır. Memuriyet yaşamının ilk ciddi görevine böylesine rasyonel bir haminin maiyetinde başlayan Tepeyran’ın, Hatıralar’ı baştan sona okunduğunda, bu sözleri can kulağıyla dinlediği görülecektir: Les Fleurs Dégénérées (1931) ve Kar Çiçekleri (1932) adlı şiir kitaplarını bu konuşmadan elli yıl sonra yayımlayacaktır. Şiiri bırakan Hâzim Bey, Fransızca öğrenmeye karar verir: “Olendorf namında” bir Türkçe-Fransızca konuşma kitabı, Şemseddin Sami’nin küçük Kamus-ı Fransevi’si, Beşir Fuad’ın kapsamlı grameri, İzmir yıllarında tanıştığı Halit Ziya Uşaklıgil, Dedeağaç mutasarrıf muavini Kalaisaki, Tepeyran’ın Fransızca öğrenmek için yararlandığı kaynaklar ve kişilerdir (40-45).


Hâzim Bey, “hâce”sinin “fenne bağlanmak” öğüdünü de tutarak astronomi, tabiat ilimleri, fotoğrafçılık, arkeoloji gibi alanlarda da bilgi edinir: “Yeni ve resimli heyet kitapları […] bir amatör için kâfi derece kuvvetli bir rasat dürbünü” (509) vardır. Dedeağaç’ta kendi eliyle çektiği fotoğraflardan oluşan bir albümü Abdülhamid’e takdim ederek onun takdirini kazanır ve bu sayede ilk valiliğini Musul’da yapar (319). Semadirek adasındaki tarihi eserleri gidip yerinde inceler (259-67).

Tepeyran’ın kültürel gelişiminde ve hizmet bilincinin oluşumunda rolü olan bir diğer “hami” ise, Kastamonu valisi Abdurrahman Paşa’dır. “[Y]alnız gündüzleri değil, geceleri de ezani saat dörde, beşe kadar çalı[şan]” (54) ve “bütün fikir ve zamanını vazifesine hasretmiş bir zat” (54) olan Abdurrahman Paşa ile Said Paşa arasında bir karşılaştırma yapan Tepeyran, bu iki bürokrat arasındaki fark ve benzerliği şu sözlerle dile getirir:
Abdurrahman Paşa ile İngiliz Said Paşa arasındaki fark, birinin dindar, diğerinin din hususunda biraz saygısız olmasından ibarettir. Namusluluk, doğruluk, devlet ve memleketi bilerek zerre kadar zarara sokmamış olmakta bu iki muhterem zat arasında hiçbir fark yoktu. Yalnız Said Paşa’nın tevazuu sonsuzdu. (70-71)
Nakşibendiliğin Halidî koluna mensup bir derviş de olan Abdurrahman Paşa’nın Dağıstanlı Takiyüddin Efendi ile karşılaşmasını da Hatıralar’ında ayrıntılarıyla anlatan (57-60) Tepeyran, disiplin ve otorite konusunda maiyetindeki memurlara karşı ödünsüz olan Abdurrahman Paşa’nın Takiyüddin Efendi’nin azarları karşısında nasıl çocuklaşıp gözlerinin yaşardığından şaşkınlık ve merhametle söz eder. Doğu kültürüne dair derin bilgisi, güçlü belleğiyle Hâzim Bey’i etkileyen Takiyüddin Efendi, ayrıca, Tepeyran’dan kendisine Fransızca öğretmesini istemiş ve Fransız alfabesini “iki üç günde öğrenerek okumaya, yazmaya başlamıştı” (59).

Said Paşa ve Abdurrahman Paşa arasındaki zihniyet farkını davranış düzeyinde de izleyerek mesleki gelişimini sürdüren Ebubekir Hâzim Tepeyran, kültürel tercihini, Said Paşa’nın işaret ettiği modernliğin dünyasından yana kullanmakta gecikmeyecektir. Modern yaşam tarzının somut görünümüyle ilk kez Sinop’ta karşılaşır. Rusya konsolosu Mösyö Suhetin’in “münevver ve üstelik güzel” (113) kızıyla “fotograf, resim, edebiyat” (113) konuşmakla kalmayıp “flört” de edecektir. Matmazel Suhetin’in kalbinde başlayan ve Hâzim Bey’in Sinop’tan ayrılması üzerine kalbinin kırılmasıyla sona eren bu “[m]asum, fakat tehlikeli” (112) sevgiye zemin olan konsolosluk salonundaki Batılı hayatı Tepeyran şu sözlerle anlatır:
Böyle çiçekler, şamdanlar vesaire ile süslenmiş; etrafına, aralarına siyah elbiseli erkekler oturtularak sıralanan genç ve dekolte kadınlar dizilmiş alfranga bir sofrada ilk defa bulunduğum gibi votkayı ilk defa içiyor, renk renk şaraplarla şampanyayı ilk defa görüyordum. Bunlardan içmesem daha az sıkılgan olacağım muhakkaktı. Beni cesaretlendiren sade bunlar değil, matmazelin çiçekler arasından yeşil ışıklı bir çift dişi ateşböceği gibi parlayan gözleriydi. (113-14)
1893’te İzmir’den İstanbul’a giderlerken, kolera salgını nedeniyle, Klazumen adasında karantinaya tâbi tutuldukları on gün içerisinde armonika çalmayı ve notaları öğrenmeyi de ihmal etmeyen Ebubekir Hâzim Bey, Edirne’de karşılaştığı Mahmud Hamdi Paşa’nın “tam alafranga” (166) hayatını ise şu sözlerle anlatır: “Haftada bir, muayyen gecede evinde mükellef ve danslı çay ziyafeti verdiği gibi, her akşam çayında mutlaka sevdiklerinden kadın-erkek beş on kişi bulunurdu” (166). Tepeyran’ın Mösyö Suhetin’in evindeki hayatı değil de Mahmud Hamdi Paşa’nın evindeki hayatı “alafranga” diye nitelendirmesi dikkat çekicidir ve Tanzimat romanlarında görülen “alafranga züppe” eleştirisini hatırlatmaktadır.

Laik ve rasyonel Said Paşa’dan aldığı öğütleri Abdurrahman Paşa’nın himayesinde sürdürdüğü görevleri sırasında halka hizmet anlayışıyla bütünleştirmeye yönelen Tepeyran, kendisi de geleneksel eğitim sisteminden geçmiş, rüştiye mezunu bir bürokrat olarak, bu eğitim anlayışının yarattığı “cahil kaymakamların memlekete pek zararlı” (140) olduğunu görmüştür. “Mülkiye Mektebi tahsili büyük bir nimettir. Yazık ki bana nasip olmadı” (282) diyerek eğitimindeki yetersizlikten yakınan ve oğlunu Galatasaray Lisesi’ne yollayan (150) Tepeyran, görevlendirmelerde Mülkiye mezunlarına öncelik tanımaktan çekinmez.

Edirne’den önceki yıllara ait anılarında adları hiç geçmeyen Namık Kemal ve Tevfik Fikret’in Tepeyran’ın yaşamında ayrı bir yerleri vardır. Gelibolu’da Namık Kemal’in mezarını ziyaret eden Tepeyran, gördüğü manzarayı şu sözlerle anlatır:
[S]ırf görünmemesi için arka tarafa gömülmüş olan Namık Kemal’e her halde layık olduğu güzellikte bir mezar yapılmış olacağını umarken, malum mezar şekli verilmiş, fakat bozulmuş bir toprak yığını bulmak ve baş tarafına bir yazısız tahta parçası sokulduğunu görmekten çok mahzun oldum. (213)
Urfa’da karşılaştığı mutasarrıf Hüseyin Efendi ile oğlu Tevfik Fikret hakkında yaptığı konuşma da Said Paşa’nın şairlikle ilgili düşüncelerini hatırlatır niteliktedir:
Emsali nadir bir oğlunuz olduğu halde kıymetini bilmiyorsunuz. Tevfik Fikret Bey ilerde olacak değil, şimdiden adam, hatta büyük adam olmış ve büyüklüğü günden güne artacak bir gençtir. [...] Vakıa memleketimizde şairler, ressamlar ve musikişinaslar layık oldukları derecede hürmete, refaha nail olamıyorlarsa da bunların şahsi kıymetleri, kazançlarının derecesiyle ölçülmez. Pek yerinde olarak terketmiş olduğu memur mesleği de namuslu, vicdanlı memurlara müreffeh bir hayat temin etmez. Ümit ve hülya ile en az otuz sene şurada, burada bir göçebe, bir esir hayatı yaşadıktan sonra kişiyi sefalet uçurumunun kenarına getirip orada bırakan nankör bir meslektir. (343)
Bu sözler, Tepeyran’ın dönemin özgürlükçü aydınlarına duyduğu sevgi ve saygıyı yansıtmakla birlikte, Konya’daki Hâzim Bey’den Musul yolundaki Hâzim Bey’e uzanan yirmi yıllık bir kişisel ve toplumsal tarihin eleştirel yorumunu da içermektedir. Hatıralar dikkatli okunduğunda, Abdurrahman Paşa’nın Edirne’den ayrılmasıyla mesleki yaşamını artık “hami”siz sürdüren Ebubekir Hâzim Tepeyran’ın, bu dönemde mesleki başarı grafiğinin giderek yükseldiği fakat buna karşılık bürokrasideki iç çekişmelerden olumsuz etkilendiği ve kendini bir ölçüde koruyamadığı görülecektir. Edirne ve Dedeağaç yılları, Tepeyran’ın Jön Türklerin düşüncelerine yakınlaştığı bir dönemi de ifade eder; Hatıralar’da açıkça söylenmese de, Musul’a tayininin bir tür sürgün olduğu görülmektedir. Meşrutiyetten yana düşünceleri nedeniyle zor durumda kalan Tepeyran, imparatorluktan cumhuriyete geçiş sürecinde de zihinsel düzeyde dönüşümünü sürdürecektir.

Findley, Kalemiyeden Mülkiyeye: Osmanlı Memurlarının Toplumsal Tarihi adlı kitabının “Sonuç: Portreler Galerisi” başlıklı son bölümünde, “Hariciye Nezareti sicill-i ahvallerinden başlayarak kayıtların çözümlenmesinde karşılaştırılan üç tip memurun niteliklerinden birer portre” (365) oluşturur. Bu üç hayalî portreden ilki olan “gelenekçi Müslüman memur” (365) İbrahim Efendi ile Tepeyran arasındaki benzerlik dikkat çekicidir; ancak, dikkatli bir karşılaştırmada bu benzerliğin yalnızca yetişme süreciyle sınırlı olduğu görülecektir. Diğer portreler ise ancak Hariciye kalemlerine özgü modeller olduğu için bir karşılaştırma yapmak imkânsız görünmektedir. Findley’in imgesel bürokrasi modeli daha çok Hariciye için geçerli olup, taşrada gelişen mülkiye örgütlenmesi içinde yetişen memur tipleri için yeterince açıklayıcı bir nitelik taşımamaktadır. Tepeyran’ı Osmanlı bürokrasisindeki dönüşümün çözümlenmesi açısından ilginç kılan özelliği, devlete sadakati esas alan geleneksel bürokrat etiği ile halka hizmeti esas alan modern görev bilinci arasındaki gerilimin odağında bir zihniyet dönüşümünü temsil etmesidir. Tepeyran, kendisini aktif bir siyaset adamı olmaktan alıkoyan geleneksel bürokrat etiği ile yenilikçi düşüncelere yatkınlaştıran modern görev bilinci arasında devlet adamlığı kimliğini korumaya özen göstermiştir. Findley’in, hayalî memur tipleri aracılığıyla gelenek ve modernlik arasında yaptığı ayrımın (363-70) eşzamanlı varlığını göstermesi açısından Tepeyran örneği dikkat çekicidir.

Ayrıca, Findley’in daha çok dönemlere ayırarak modellediği bürokratik dönüşüm süreci Tepeyran örneğinde farklı bir biçim kazanmaktadır. Başkentin modern eğitim olanaklarından yoksun bir taşra kasabasında geleneksel okullarda yetişerek, Şerif Mardin’in “Alaaddin’in lambası hareketliliği” diye adlandırdığı (aktaran Findley, Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform 32) bir terfî mekanizması içinde “keşfedilen” ve memuriyet yaşamının neredeyse yarı süresini Said Paşa ve Abdurrahman Paşa gibi birbirinden oldukça farklı iki haminin maiyetinde geçiren Tepeyran, hamisiz kaldığı dönemde hem modern düşüncelere daha yakınlaşacak hem de mesleki çekişmelerden dolayı giderek daha fazla zarar görecektir. Tepeyran örneğine bakılarak, 19. yüzyılın son çeyreğinde dahi taşra ve başkent arasındaki geniş uçurum nedeniyle, hem geleneksel hem de modern eğitimin bürokratların yetişmesinde rol oynadığı; ayrıca, geleneksel örgütlenmenin bir parçası olarak “hami-mahmi” ilişkilerinin yüzyılın sonuna dek varlığını koruduğu da söylenebilir.

Ayrıntılı bir değerlendirmenin bu yazının kapsamını aşacağı dikkate alındığında, Hatıralar’ın genç bir şakirdlikten nazırlığa yükselen bir bürokratın kültürel ve mesleki gelişiminin öyküsü olduğu kadar, Osmanlı bürokrasisinin Tanzimat’tan Meşrutiyet’e uzanan dönüşümünü anlamaya da katkıda bulunabilecek bir edebî anlatı olduğu söylemekle yetinilebilir.


Konaktaki Köylü, Köydeki Küçük Paşa: “Saded Hârici” Bir Okuma
Konağın Büyük Paşa’sı öldü, mezara gitti, bir daha gelmez, Küçük Paşa’sı köye gidiyor, bir daha gelmeyecek, konak daima paşasız kalacak. -Ebubekir Hâzim Tepeyran, Küçük Paşa.
Divan şiirinde mazmunlaşan ve soyut bir âleme dönüşen doğa, Tanzimat sonrası Türk şiiri ve romanında, Fransız edebiyatının doğalcı ve gerçekçi metinlerine öykünen bir anlayışla dünyevî biçimiyle görülmeye başlanmıştır. Modernleşmeyi sorunsallaştıran ilk dönem romanlarda Çamlıca, Kâğıthane ve benzeri kırsal gezinti alanları Batılı yaşayışı görünür kılan bir simgesel mekân niteliği edinmiştir. Öte yandan, kentlerdeki hızla gelişen modern yaşamın yoruculuğu, Tevfik Fikret ve arkadaşlarında olduğu gibi, Osmanlı aydınlarında doğaya kaçış isteği uyandırmış, şairler pastoral türde örnekler aracılığıyla köy ve taşra manzaralarını edebiyata taşımışlardır. Edebî yönelimlerin yanısıra, devleti kurtarma mücadelesi veren aydınların halkla daha geniş ölçekte buluşmayı hedefleyen bir taban arayışının da taşraya ve köye olan ilgiyi beslediğini söylemek olanaklıdır. Bu olgulara karşın Türk romanının ilk elli yıllık döneminde olayların mekânı olarak genellikle İstanbul seçilmiş, taşra ve köy Türk edebiyatına asıl olarak 1908 sonrasında ortaya çıkan Millî Edebiyat akımıyla girmiştir. Bu genellemenin dışında kalan birkaç örnek ise şöyle sıralanabilir: Ahmet Midhat Efendi’nin “Bir Gerçek Hikâye” (1876) ve “Bahtiyarlık” (1885) adlı öyküleri, Nâbizâde Nâzım’ın “Karabibik” (1890) adlı uzun hikâyesi ve Ebubekir Hâzim Tepeyran’ın Küçük Paşa (1910) adlı romanı.

Köy ve köylü temlerinin Türk edebiyatında ilk kez hangi metinlerde görüldüğü üzerinde tam bir uzlaşma sağlandığı söylenemez. Bu alanda yapılmış çalışmaların ilk örneklerinden olan, Gündüz Akıncı’nın 1961 yılında yayımlanan Türk Romanında Köye Doğru adlı kitabında incelenen üç metinden en eskisi “Karabibik”tir –diğer ikisi, Küçük Paşa ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban (1932) adlı romanlarıdır. Cahit Kavcar, Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi’nde 1976 yılında yayımlanan “Türk Roman ve Hikâyesinde Köye İlk Açılma” başlıklı yazısında, Ahmet Midhat Efendi’nin “Bir Gerçek Hikâye” ve “Bahtiyarlık” adlı öykülerinin “Karabibik”ten daha önce sayılması gerektiğini belirtirken; Orhan Okay, 6-9 Şubat 1978 tarihlerinde yapılan Birinci Millî Türkoloji Kongresi’nde verdiği “Türk Romanına Köy Mevzuunun Girişinde Unutulan Bir İsim: Ahmet Midhat Efendi” başlıklı bildirisinde ilk örnek olarak “Bahtiyarlık”ı incelemiştir (aktaran Kaplan 9). Kenan Akyüz de Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri: 1860-1923 adlı kitabında, Mehmed Murad’ın –ya da yaygın adıyla Mizancı Murad Bey’in- Turfanda mı, Yoksa Turfa mı? (1890) romanını “[v]akasının bir kısmı köy ve köylüyü kalkındırmak gayesi ile köyde geçen” (82) bir roman olarak nitelendirirken, Ahmet Midhat Efendi’nin bu iki hikâyesini ve Nâbizâde Nâzım’ın “Karabibik”ini de anarak bu eserleri “köy romanlarının öncüleri” (82) sayar. Fethi Naci ise 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme adlı kitabında, Ahmet Midhat Efendi’nin “Bir Gerçek Hikâye” ve “Bahtiyarlık” adlı öykülerini hiç anmazken, “Karabibik”i de hacım bakımından roman değil de uzun hikâye sayarak, Küçük Paşa’yı “köyden söz açan ilk roman” (265) olarak nitelendirir. Açıktır ki bu tartışmalarda, adı geçen metinlerin türü ya da köy ve köylü temlerinin bu metinlerde kapladığı yer dikkate alınmıştır. Kavcar, Okay ve Akyüz’ün tür ayrımı yapmadan üzerinde uzlaştıkları ad Ahmet Midhat Efendi olmasına karşın, Fethi Naci hem tür hem de bu temlerin metinde kapladığı yeri dikkate alarak Ahmet Midhat Efendi’yi ve Nâbizâde Nâzım’ı “köy edebiyatı”nın dışında bırakmıştır.

Ahmet Midhat Efendi, “Bir Gerçek Hikâye” adlı öyküsünde, “Akdeniz’in dalgaları içinde kaybolmak mertebesinde küçük ve sapa bulunmak münasebetiyle hemen her türlü müvarededen mahrum bulunan” (226) bir karyenin “en ziyade çelebilikle muttasıf olan” (226) halkı arasında geçen, bir Müslüman erkekle bir Rum kızının imkânsız aşkını anlatırken yer yer köy ve köylünün sorunlarına değinmeyi de ihmal etmez. “Bahtiyarlık” adlı öyküde ise, köy ve şehir yaşamını karşılaştıran bir bağlam içerisinde medeniyet sorununu tartışır: Şinâsi köylerde “bahtiyar” olunacağını, Senâi ise bunun ancak şehirde olabileceğini düşünür. Köyün sorunlarını alafranga Senâi eleştirel bir gözle dile getirirken, bu sorunların çözümü için Şinâsi mücadele edecektir. Nâbizâde Nâzım’ın “Karabibik” adlı uzun hikâyesi ise, olayların baştan sona köy ortamında geçtiği ve kişilerinin yalnızca köylülerden seçildiği ilk edebî metindir. Hikâyeyi yazmaktaki amacını, “[h]akîkiyyûn mesleğinde yazılmış roman mütâlea etmemişseniz işte size bir tane ben takdim edeyim” (63) şeklinde açıklayan Nâbizâde Nâzım, olaylara mekân olarak köyü seçmiş olmasının nedenini ise şu sözlerle ifade eder:
Romanımın zeminini Anadolu köylerimizden intihâpta bir mütelâam vardır ki bu da köylülük, çiftçilik âlemlerinin yabancısı iseniz size o âlemler hakkında bir fikir vermiş olmaktır; vukuuâtıma zemîn-i cereyân olan yerlerde ahâlînin sûret-i maîşet ve meşguuliyyeti hakkında kâfi derecede mâlûmât bulacaksınız; lisanlarına da âşinâ olacaksınız. (64)
Nâbizâde Nâzım’ın “Karabibik” adlı hikâyesinde işlenen konuların tamamı köy ve köylüyle ilgilidir: Yoksulluk, toprak sorunu, hastalık, evlilik, tarlaların ekilmesi, köydeki çekişmeler, genç kız ve erkeklerin ilişkileri, okulsuzluk, cehalet, köy yaşamının durgunluğu, farklı dinlerden köylülerin ilişkileri, cinsel yaşam, tefecilik, sömürü, mahkemeler... Bu ilk örneklerin ortak özelliği, hiçbirinin köyü ve köylüyü sorunsallaştırmayı amaçlamamış olmasıdır. Köy ve köylüye ilişkin söylenenler somut bir bağlam içine yerleştirilmemiş, kimi zaman bir dekor olarak kullanılmıştır. Eleştirmenlerin değerlendirmelerinde görülen ana eğilimin köy ve köylü sorunlarına hangi metnin ne oranda yer verdiği sorusunun cevabını aramak olduğunu söylemek mümkün görünmektedir. 1930’lara dek geçen sürede yayımlanan romanlar köy ve köylünün sorunlarını şu ya da bu ölçüde dile getirmiş, ama köy ve köylünün sorunsallaştırılması ilk kez Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1932’de yayımlanan Yaban adlı romanıyla başlamıştır.

Küçük Paşa, köyün ve köylünün Osmanlı’nın son yıllarındaki hâlini olanca çıplaklığıyla ve çarpıcı bir dille aktarmış olmasına karşın, köy-konak ve köylü-kentli kavram çiftlerini metaforik bir anlatım düzeyinde ele almaktadır. Yazının bu bölümünde, Küçük Paşa’ya eleştirmenlerin ve tarihçilerin “köy edebiyatı” içinde verdiği yer saptanarak tartışmaya açılacak, yazarın köy ve köylü sorunlarını hangi metaforik çerçevede işlediği irdelenerek, literatürde geniş kabul görmüş yaygın kanılar sorgulanacaktır.

Eleştirmenler ve tarihçiler, Ebubekir Hâzim Tepeyran’ın Küçük Paşa adlı romanının, anlattığı olayların tamamı köyde geçiyor olmasa da işlediği ana temin köy ve köylü olduğu görüşünde birleşmektedir. Küçük Paşa’ya Türk edebiyatında tanınan “ilk köy romanı” unvanında bu uzlaşmanın doğrudan bir belirleyiciliği olduğu söylenebilir. Abdülkadir Hayber, Ebûbekir Hâzım Tepeyran adlı inceleme kitabında Küçük Paşa’nın “taşıdığı sanat ve edebiyat değerinden ziyade konusu ile dikkati çekmiş bir roman” (15) olduğunu söyleyerek, “en geniş şekliyle Anadolu köyü ilk olarak bu romanda yerini almıştır” görüşünü savunur.

Hayber’in de belirttiği gibi Küçük Paşa, ilk baskısının yayımlandığı yıllarda fazla ilgi görmemiş ama Cumhuriyet döneminde birdenbire gün yüzüne çıkarak adından sık söz edilen bir roman olmanın (15) yanısıra, yazarını da bürokrat kimliğini ikinci plana atacak derecede romanla özdeşleşen bir edebiyatçı konumuna yerleştirmiştir. Bunun nedenini “köy edebiyatı” adlı çığırın başlamasında bulan Hayber’e (16) katılmamak güçtür. Gerçekten de, romanın ikinci baskısının yapıldığı yıl olan 1946 yılı, Köy Enstitüleri’nin en parlak dönemi içinde yer almaktadır. Bu dönemde köy ve köylü temlerini işleyen romanlar ve hikâye kitapları ardı ardına yayımlanmaktadır: Reşat Enis (Aygen)’in Toprak Kokusu (1944), Cahit Beğenç’in Bizim Köy (1946), Halikarnas Balıkçısı’nın Aganta Burina Burinata (1946) adlı romanları bunlardan yalnızca üçüdür. Mahmut Makal’ın Bizim Köy (1950) adlı romanı ise “Köy Romanı” adıyla literatüre geçmiş olan edebî üretim furyasını resmen başlatan roman olarak kabul edilmiştir.

1946’da ikinci baskısı yapılana dek eleştirmenlerce pek dikkat çekmeyen Küçük Paşa hakkında bu tarihe kadar birkaç eleştiri yazısına rastlanmışsa da, bilinen yazılar 1940 sonrasına aittir. Hem bu dönemdeki hem de sonrasında yayımlanan yazılarda dile getirilen ortak görüş, eserin edebî bakımdan zayıflığıdır. Bu eleştiri yazılarında dile getirilen ortak görüş ile yazarın kitabın ilk baskısına yazdığı “Mukaddime”de romanın edebî değeri konusunda yaptığı şu açıklama arasındaki benzerlik dikkat çekicidir:
“Küçük Paşa” bir hikâye diye okunur ise san’at nokta-i nazarından pek çok ayıbı görülür; [...] “Küçük Paşa”da saded hâricindeki sözlerle hikâyenin ser-rişte-i cereyânı bi-d-def’ât ve bilâ-ihtiyâr elden kaçırılmıştır. [...] Fakat, ben: “O, saded hâricindeki hakikatları, [...] bu hikâyeyi tezyîn için değil; bu muhayyel hikâyeyi o hakikî elvâh-ı fâcianın hâtırı için yazdım.” diyemez miyim? Binâen aleyh kitâbın mevzû’-u hakikîsi bu saded hâricindeki sözler add olunuverirse sıklet-i kırâat tahaffüf eder sanırım.
Tepeyran’ın romanın asıl konusunun bu “saded hâricindeki hakikatlar” olduğunu söylemesine karşın eleştirmenlerin ısrarla, romanın edebî değerinin düzeyi ile romanda köy gerçeklerinin eleştirilme düzeyini bir karşıtlık içerisinde okumaya çabalaması bence eksik ve “Mukaddime” etkisinde bir değerlendirmedir. Roman hakkında yazılan yazılarda, metnin “saded hârici” parçalarının irdelenmediği, dikkatin yalnızca edebî özelliklere ve köy gerçeklerine yoğunlaştırıldığı görülmektedir.

1946 öncesinde yayımlanmış eleştirilere örnek vermek gerekirse, Süleyman Kazmaz 1941 yılında Yurt ve Dünya dergisinde yayımlanan “Eski Bir Köy Romanı” başlıklı yazısında Tepeyran’ın romanı hakkında şu yorumu yapar:
Muharririn, köy romanı yazmaktan ziyade geri ve bakımsız köyün dertlerini göstermekten ibaret olan maksadını tesbit ettikten sonra denebilir ki, roman, [...] bir sanat endişesiyle yazılmamıştır. Ancak birtakım vakalar zikredilmiş, birtakım neticeler üzerinde durulmuştur. Şu halde roman bir tahlil ve terkip değil, vakaların ve neticelerin tesbitinden ibarettir. (aktaran Hayber 16)
Süleyman Kazmaz’ın Küçük Paşa’yı yazarının önsözünden etkilenerek edebî bakımdan yetersiz bulduğu bu sözlerine paralel olarak, Mustafa Nihat Özön 1945’te yayımlanan Son Asır Türk Edebiyatı Tarihi adlı kitabında, Küçük Paşa’nın “saded hârici” kısımlarının metindeki “ahengi” bozduğunu söylese de romanın edebî değeri hakkında daha olumlu değerlendirmeler yapar:
Köylülerin hayatını, âdet ve duygularını yakından bilen bir kimse kudretiyle dar ve neşesiz bir hayatı, edebiyatımızda benzeri pek az bulunan bir müşahade ve tahlili ile tasvir etmiştir. Romanın bu kuvvetli inşası yer yer ve zaman zaman, muharririn kendini tutamayarak, bulunduğu uzun idare hayatından alınma itiyatlarla lâyıha tarzında kaydettiği istibdat idaresi kötülükleri ve zulüm tasvirleri yüzünden ahengini kaybetmektedir. Eserin bu zayıf noktaları bir tarafa bırakıldığı takdirde, tasvirlerdeki kuvvet ve kahramanların hayat ve hadiseleri görüşlerini anlatmaktaki gayrışahsilik o zamana kadar edebiyatımızda görülmedik bir tarzdadır. (aktaran Hayber 16-17)
Küçük Paşa’nın 1984 yılında yapılan üçüncü baskısına eklenen sayfalarda da, roman hakkında 1946 yılından sonra yayımlanmış eleştiri yazılarından alıntılara yer verilmiştir. Örneğin Tahir Alangu, romanı içeriği açısından değerlendirerek yazarının bürokrat kimliğini ve gözlem yeteneğini vurgular:
Köye ve köylüye “bilim-sanat” açısından çok, bir idare adamı görüşüyle bakmakla birlikte, bizde köye yönelen gerçekçiler arasında önemli öncülerden biri oldu. [....] Ebubekir Hazım’da çok güçlü bir gözlem yeteneği olduğu görülmektedir. (189)
Cevdet Kudret ise romanı “[g]erek çevrenin ve olayların anlatılışı, gerek kişilerin ruh hallerinin çözümlenmesi bakımlarından, eserde yer yer gerçekten başarılı noktalar vardır” (190) sözleriyle değerlendirirken, Mehmet Bayrak “[r]oman tekniği bakımından eksiğine karşılık eser, çevrenin ve olayların anlatılışı, kişilerin ruh durumlarının çözümlenmesi ve konu bakımından köy romancılığında yeni ve sayılı kilometre taşlarından biridir” (191) yorumunu yapar. Mehmet Ergün de “[İ]lk kez bu romanda konağın dışına taşıldığına, Anadolu halkının yaşam biçiminin kaba ama kesin çizgilerle yansıtılmaya çalışıldığına tanık oluyoruz” (191) görüşünü savunur.

Fethi Naci’nin Küçük Paşa’ya ilişkin değerlendirmeleri, içerdiği olumsuz tona karşın bürokrasi olgusuna dikkat çekici vurgulamalara da sahiptir. Fethi Naci, 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme adlı kitabının Küçük Paşa’ya ayrılmış sayfalarında şu görüşleri dile getirir:
Küçük Paşa’nın okunmaya değer kılan tek yanı, Ebubekir Hazım Tepeyran’ın yirminci yüzyılın başındaki Türk köyü ve Türk köylüsü üzerine gözlemleridir. [...] Bu arada bürokrasiye de eleştiriler yöneltir. [...] Köy toplumsal gerçekliğini bütün ayrıntılarıyla [...] veren romanda köy insanlarının psikolojik gerçekliği yoktur. Köylülerin konuşmalarını köylü ağzıyla vermek ilginç bir çaba, ama bu çaba fazla bir şey katmıyor romana. Ebubekir Hâzım Tepeyran, belgeselden uzaklaşıp “roman yazmağa” başlayınca Küçük Paşa okunmaz hale geliyor. (266-67)
Tepeyran’ın torunu Oktay Akbal, Küçük Paşa’nın 1984’teki üçüncü baskısının başına eklediği “Küçük Paşa Anıları” başlıklı giriş yazısında (6-9), romanın ilk baskısını dedesiyle birlikte sadeleştirme sürecini ayrıntılı olarak anlatır. Bu çalışma sırasında Tepeyran’ın romanın özgün halindeki birçok bölümü gereksiz bularak attığını söyleyen Akbal, askere alma, askere giden delikanlının ailesinin durumu gibi gerçeklerden söz eden bu parçaların da ilginç olduğunu, romanın akışını bozsa da belgesel değer taşıdığını belirtir. Sonuçta ortaya çıkan kitabı Tepeyran hiç beğenmez ama birkaç eleştirmenin güzel yazıları sayesinde “son yıllarında kalıcı bir yapıt vermenin huzurunu” duyar az da olsa. Akbal, dedesinin Küçük Paşa’yı edebî bir eser saymadığını, köy gerçeklerinin sergilenmesi için yazdığını belirtir.

1984’teki üçüncü baskısına dek yapılan eleştiriler arasındaki benzerlik, Küçük Paşa’nın literatürde yaygın kabul görmüş bir konumu olduğunu göstermektedir. 1984 sonrasında yapılan incelemelerde ise, kimi farklı bulgulara rastlanmasına karşın bu yaygın görüşün dışına çıkıldığı söylenemez. Bu son dönemde yapılan ve Küçük Paşa’nın köy ve köylü bağlamında okunması doğrultusundaki iki ayrıntılı çalışmadan biri Abdülkadir Hayber’in Ebûbekir Hâzım Tepeyran adlı kitabı, diğeri ise Ramazan Kaplan’ın Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Köy adlı kitabında romana ayrılan sayfalardır (33-44).

Hayber, kitabının “Küçük Paşa’nın Tahlili” başlıklı bölümünde (58-74), Küçük Paşa’yı “zıtlıklar üzerine kurulmuş olan bir roman” (58) olarak nitelendirerek, bu zıtlıkların köy ve konağın buluşmasını sağlayan rastlantılara bağlı olarak ortaya çıktığını belirtir. Bu zıtlıkları mekân düzeyinde İstanbul-Anadolu ve konak-köy, insan düzeyinde şehirlililer-köylüler, yönetsel düzeyde ise Sadrazam- köylü halk (59) olarak sıralayan Hayber’e göre Tepeyran, “romanında birbirinden farklı cemiyetlere mensup insanları karşı karşıya getirir” (64). Yazarın şehir ve köy toplumunu karşılaştırarak “birbirinden çok farklı iki mekân” (70) üzerinde durduğunu belirten Hayber, “[y]azarın gayesi köyün içinde bulunduğu durumu ve köylülerin çilesini anlatmak olduğu için, aslî mekân olarak köy ve çevresini seçmiştir” (69) yargısına varır. Bu yargısıyla Hayber, roman hakkındaki yaygın değerlendirmeyi paylaşır konuma yerleşmektedir.

Kaplan da yazarın “daha romanın başlangıcında çizdiği köy tablosuyla, bütün dikkatini köy ve köylü üzerinde yoğunlaştıran bir tutum içinde” (38) olduğunu söyleyerek Hayber’le aynı noktada buluşur. Küçük Paşa’da ele alınan sorunların “o dönem Anadolu köylerinin hepsinde görülebilecek ortak meseleler” (39) olduğunu belirten Kaplan, romanda “bu türden meselelerin ön plâna çıkmasında, yazarın idarecilikten gelen gözlem ve tecrübelerinin etkili olduğu[nu]” (39) savunur. Hayber’in vurguladığı “zıtlık” olgusundan Kaplan da “karşılaştırma” adıyla söz eder: “Yazar, Salih’in dramını yaşadığı farklı çevrelerin özelliklerini vererek açıklamaya çalışır. Bunun için İstanbul’un paşa konağıyla fakir bir köylü evi karşılaştırılır” (41).

Hayber ve Kaplan’ın çalışmalarında “zıtlık”, “karşılaştırma” gibi kavramlar aracılığıyla yapılan bulguların eser hakkında bugüne dek yapılan değerlendirmelerden farklı bir yönelime işaret ettiği, fakat vardıkları yargıyla iki araştırmacının da yaygın görüşü paylaştıklarını düşünülebilir.

Fethi Naci, Tepeyran’ın ikinci baskıya yazdığı “Bir İzah” başlıklı yazıda, “sadet harici sahifeler” çıkarıldığı için “[bu baltalama ameliyesiyle kitabın altıda biri çıkarılmış gibidir” dediğini aktarır (100 Soruda Türkiye’de Roman… 265). Akbal’ın da anlattığı bu işlem sonunda yazarın ortaya çıkan kitabı beğenmediği dikkate alınırsa, Küçük Paşa’nın yalnızca “köy romanı” ölçütüyle irdelenerek edebiyat tarihinde bir yer verilmesi eksik bir değerlendirme olacaktır. Tepeyran’ın “Mukaddime”de belirttiği gibi, “kitâbın mevzû’-u hakikîsi bu saded hâricindeki sözler add olunuverirse” (8), romanın yalnızca köy ve köylü temleri çevresinde değil de daha geniş bir bağlamda okunması verimli bir çaba olabilir.

Taşra kökenli olup Niğde’deki küçük bir memuriyetten Dahiliye Nâzırlığına kadar yükselen Tepeyran’ın memuriyet yaşamında görev yaptığı kent ve kasabaların Osmanlı coğrafyasındaki konumları göz önüne alınırsa, yazarın aydın kimliğinin oluşumunda, bu coğrafyanın geniş sınırlarına uzanan tanıklıklarından edindiği bir toplumsal bilincin etkili olduğu yorumu yapılabilir. Diğer bir deyişle, Tepeyran’ın bürokrat kimliği ile aydın kimliği arasında bir gerilimin varlığından söz edilebilir. Bu gerilimin bir yanında, modernleşme yanlısı bir aydının Anadolu insanının sorunlarına “eşitlik”, “özgürlük” gibi, Osmanlı aydını için yeni kavramlar aracılığıyla eleştirel bakışı; diğer yanında ise, modernleşme projesine öncülük görevini yerine getirmede yetersiz kaldığı düşünülen merkezi iktidarın güçsüzlüğüne yöneltilen ve “devleti kurtarma“ peşindeki tipik bir Osmanlı bürokratının “devletçi” tutumu bulunmaktadır. Bu argümanın geçerliliği, Tepeyran’ın Hatıralar’ı okunduğunda daha açık bir biçimde görülecektir.

Küçük Paşa’nın derin yapıda, II. Abdülhamit iktidarına yönelik güçlü bir eleştiriyi içerdiğini söylemek mümkündür. Fethi Naci de, “[r]oman İkinci Meşrutiyet’ten iki yıl sonra yazıldığı için Ebubekir Hâzım Tepeyran, büyük bir gönül rahatlığıyla, ‘istibdat’ eleştirisi yapabiliyor” (265) sözleriyle bu olguya dikkat çeker. Küçük Paşa’da bu eleştiri, roman kişileri aracılığıyla metaforik bir anlatım düzeyinde gerçekleşmektedir: Suat Paşa’nın “kısır” karısı Naime Hanım ve köydeki üvey ana “Haçca”, “Küçük Paşa” Salih’in trajik sonuna giden yolu açan “kötü”lükleriyle, İstibdat döneminin padişahı II. Abdülhamit’in metaforları olarak okunabilirler. Romanda bu metaforun kadın kişilikler aracılığıyla kurulmuş olması dikkat çekicidir.

“Küçük Paşa zıtlıklar üzerine kurulmuş olan bir romandır” (58) sözüyle ifade ettiği öncülünün kaynağındaki “uzaklık” olgusu Hayber’in, İstanbul ve Niğde arasındaki uzaklıkla doğru orantılı gördüğü konak-köy, kentli-köylü, yöneten-yönetilen şeklinde örneklenebilecek karşıtlıklar zincirinin anahtar sözcüğüdür. Uzaklık kavramının yalnızca bu ve benzeri karşıtlıkları değil, Tepeyran’ın aydın kimliğinin oluşumunda belirleyici bir işleve sahip bir “kopukluk” düşüncesini, “devlet” ve “halk” kopukluğunu da simgelediği söylenebilir.

Küçük Paşa’nın köye bakışı daha ilk satırlarda kendisini göstermektedir. Tepeyran’ın anlattığı Anadolu köyü, “[b[ir buçuk yıl evveline kadar müstebit hükûmetin asker almak, vergi tarh ve tahsil etmek lâzım geldikçe hatırladığı köylerden biri”dir (11). Bu cümledeki “bir buçuk yıl” ifadesi, romanın yazıldığı 1910 yılının siyasal “özgürlük” algısının metne sızışının ilk işaretidir. Yazar, ana öyküyü II. Abdülhamit döneminin içine yerleştirmiş, Salih’in trajedisini “istibdat”ın metaforu olarak kurgulamıştır. Fotoğraf karesini andıran ve doğaya kaçış hissini uyandıracak pastoral bir doğa betimlemesi içinde köy gerçekliğinin bir yerleşim planlamacısının objektifinden yansıyan keskin konturları (Tepeyran’ın valilik yaptığı vilayetlerde şehir planlamasına ve bayındırlık hizmetlerine özel bir önem verdiği, Hatıralar’ından bilinmektedir) çok geçmeden kendini gösterir, köylünün yaşayışı ve dış görünüşü doğalcı bir biçemle anlatılır (bu biçemin metnin tamamında etkisini yitirmeden sürdüğü görülecektir).

“1312 yılı şubatının son günlerinden” (14) birinde köy içinde “kendi başına gezinen tuhaf kıyafetli” (16) Salih’in “ancak sekiz - dokuz yaşlarında bir çocuk” (16) olduğunun belirtilmesi, köyde yaşayan yaşlı zaptiyenin “[b]u, iki yıl önce istanbul’dan gelen çocuk değil mi?” (20) sorusu, Salih’in annesi Selime’nin Nişantaşı’ndaki konağa sütnine olarak götürülmesini emreden telgrafın “[d]okuz yıl önce” (21) çekildiği ifadeleri, Salih’in dokuz yıllık ömrünün 1303-1312 [1887-1896] yılları arasında yaşandığını göstermektedir. II. Abdülhamit döneminin jurnalciliği romanda, Salih’in babası Keleşoğlu Ali ile konakta uşaklık yapan köylüsü Kâmil Ağa arasındaki konuşmada geçen “kuyruklu yıldız” (23) ibaresinin “[b]u havalide gece gündüz her kıyafetle dolaşan sivil memurlardan birisinin kulağına” (23) çarpması ile ifade edilir. Bu dönemdeki sansür ise, “[g]azete, kitap yasağına dair hiç eksik olmayan şifre, açık telgraflar, hep vilayet vasıtasıyle gelirdi” (21) ifadesinde görülebilir. Tepeyran’ın Dedeağaç Mutasarrıflığı görevinden bir jurnalle azledilerek Musul Valiliğine, oradaki başarılı çalışmalarının da yine bir jurnalle kesilerek Şûrâ-yı Devlet azalığına atanması olayları, II. Abdülhamit dönemindeki jurnalciliğin yazarın memuriyet yaşamını ne oranda etkilediğini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Küçük Paşa’nın dokusunda, yazarının “kötü” bir iktidar döneminde yaşadığı olumsuz olayların izleri vardır.

Romanda köylü ile asker arasında kurulan özdeşlik ilişkisi, yazarın köylüye bakışını açığa çıkartan bir başka göstergedir. Küçük Paşa’nın anlatıcısına göre, 19. yüzyıl sonu Osmanlı köylüsü “müstebit hükûmetin asker almak, vergi tarh ve tahsil etmek lâzım geldikçe hatırladığı” (11) bir iktisadi birim ve askerî güç kaynağıdır. Romanda köylünün askerî güç kaynağı ve köyün de iktisadi birim olarak görülmesi olgusu, Keleşoğlu Ali’nin, karısı Haçca’ya söylediği “ya Rumeli’ye gideceğiz, ya Yemen ellerinde Veyselkarani çöllerini boylayacağız” (132) sözlerinde kendini gösterir. Anlatıcı bu sırada devreye girerek,
O zamanlar Yemen seferlerinin her türlü çekilmez sefaleti malûm olduğundan, taburların gitmek istememeleri gibi geçmiş bazı kötü hadiselerin tekrarlanmasından korkularak gidecekleri yer gizli tutulmuş, bu askerlerin Akdeniz iskelelerinde tayin olunan yerlerden vapurlara bindirilmesi emrolunmuştu. (135)
açıklamasını yapar. Tepeyran, köylünün sık sık askere alınmasının köyün iktisadi gücünün zayıflayışını köylü ailelerin erkeksiz kaldıklarında yaşadıkları geçim sıkıntısı ve vergileri ödemedeki güçlüklerini dile getirerek uzun uzun anlatır. Devlet’in de köylünün zihnindeki anlamı bu bağlamda oluşur: “Devlet nedir?” (34) sorusuna Salih’in annesi Selime, “[b]unu herkes bilir: Köylerden vergi, asker alır; fakat kendisi gelmez; kuduz gibi zaptiyeleri saldırır, zift gibi yapışkan tahsildarlar gönderir” (34) cevabını verir.

Küçük Paşa’da, Suat Paşa’nın sağlığındaki “konak yaşamı”, “ideal devlet” düzeninin metaforu olarak işlev görür. Salih’in Haldun’a öykünerek Suat Paşa’nın kucağına çıkmasına Dilber dadının tepkisi karşısındaki müdahelesi, konaktaki “eşitlikçi” yaşantıyı yöneten “ideal yönetici” Suat Paşa’nın şu sözleriyle sonuçlanır:
Köylü-şehirli insanlar birdir, dedi. Allahın indinde bir Müşir Paşa ile bir asker neferinin değil, −çünkü askerlik büyük şeydir− bir dilencinin farkı yoktur. [...] Bundan böyle çocuğun yanıma gelip gitmesine, Paşa Baba demesine sakın ilişik etmeyiniz; hatta cümleniz şahit olunuz, ben onu evlâtlığa kabul ettim; hakkında öz evlâdım gibi muamele ediniz. (38-39)
Salih’e “Küçük Paşa” unvanını kazandıracak olan bu sözler, Tanzimat sonrasının yeni aydın kimliğinin kurucu kavramlarından “eşitlik” kavramına göndermede bulunmanın yanı sıra, “Allahın indinde”ki “eşitliğin”, geleneksel Osmanlı toplumunun cemaat imgesini de betimlemektedir. Osmanlı’da mülkün tek sahibi ve hamisinin padişah olduğu gerçeğiyle desteklenebilecek bu saptamadan hareketle, bu sözlerin Tepeyran’ın “devletçi” bürokrat kimliğinin, edebî üretimine yansımalarından biri olarak okunması olanaklıdır.

Salih’in trajedisi de bu “ideal düzen”in Paşa’nın ölümünün ardından bozulmasıyla başlar. Konağın büyük hanımefendisi Naime Hanım, Paşa’nın Salih’i himaye etmesine tahammülsüzlüğünün etkisiyle “Küçük Paşa”yı köyüne geri gönderir. Tepeyran bu noktada, Naime Hanım’ın tepkisini bir yanıyla somut gerekçelerle açıklarken, bir yandan da onu konağın “kötü yöneticisi” konumuna yerleştirerek “istibdat”ın metaforuna dönüştürür. Naime Hanım’ın hamile kalamamasının nedeni aslında Suat Paşa’nın kısırlığı olduğu halde, konaktaki düzen bu gerçeği kabul edecek bir düzen değildir ve Naime Hanım’ın kısır olduğu kabul edilmiştir. Naime Hanım’ın bu gerçekliğe karşı koyması olanaksızdır:
Naime Hanım şöyle düşünüyordu: Ölen ilk karısından da çocuğu olmadığına nazaran kısırlık kusuru, kendisinde değil, Paşa’da idi; fakat, bunu herkes bilir mi? [...] “Kısırlık kusuru Paşa’dadır” diye konağın kapısına bir levha asılamayacağına göre, bu uğursuz çocuk: ‘Hanımefendi kısırdır, Hanımefendi kısırdır’ diye mücessem bir ilan gibi daima içerde, dışarda dolaşıp duracak. (40-41)
Öte yandan, Naime Hanım’ın Paşa’nın kısırlığının bir sonucu olarak gördüğü “himaye” olayı, Paşa’nın mirasına Salih’in de ortak olmasına neden olacaktır. Naime Hanım’ın Salih’e verilen “Küçük Paşa” unvanının hak edilmiş bir unvan olmayıp yalnızca Paşa’nın kısırlığının bir sonucu olduğunu düşünmesi ve bu durumun Paşa’nın mirasında hakkı olmayan yeni bir vâris yaratacağı endişesine kapılması, Naime Hanım’ın bilincinin geleneksel Osmanlı düzeninin metaforu olarak okunmasını da olanaklı kılmaktadır. Bu düzende bir köylü, olsa olsa padişahın mülkünün bir iktisadi birimi ve askerî güç kaynağıdır; bu düzenin metaforu olan konak düzeninin –ki, konak yaşamının saray yaşamını model aldığı Osmanlı araştırmaları literatüründe sıklıkla dile getirilen bir saptamadır- “eşitlik” gibi “yabancı” bir kavramın etkisi altında bozularak köylüye “birey” statüsü kazandırması kabul edilebilir bir sonuç değildir.

Naime Hanım’ın Suat Paşa’nın kısırlığını geleneksel düzenin bozulmasının ana nedeni olarak görmesine karşın, Suat Paşa’nın Salih’i, “eşitlik” kavramını odağa alarak evlat edinmiş olması dikkat çekicidir. Bu kavramsal bağlamın, Tanzimat sonrası modernleşme sürecindeki söylem farklılıklarını da yansıttığı söylenebilir. Batılılaşma karşısında Ahmet Midhat Efendi’nin gelenekçi tutumu ile Nâmık Kemal’in modernist kavramları İslamiyet ile uzlaştırma çabası gelenekçilerle yenilikçiler arasındaki kesişim alanının sınırlarını belirlemektedir. İmparatorluğun kötü yönetildiğini düşünen Yeni Osmanlılar iktidara aday seçkinler olarak mücadele ederken merkezî iktidarın gücünü yeniden kazanmasını sağlamayı amaçlamışlardı; bunun için de daha geniş bir taban arayışına girerek toplumsal sorunlara daha geniş ölçekte ilgi duymuş, “eşitlik”, “özgürlük”, “insan hakları” gibi kavramları bu mücadelede kullanıma sokmuşlardı. Tepeyran, kırk yılı aşan bürokrasi deneyimini böyle bir ortamda gerçekleştirmişti; onun aydın kimliğini kuran kavramlarla Yeni Osmanlılar’ın kullanıma soktuğu kavramlar arasında örtüşmeler vardı. Devletin gücünün restorasyonunun bu yeni kavramlar aracılığıyla gerçekleştirilmesi hedefini Tepeyran da paylaşmaktaydı. Görev yaptığı vilayet ve kasabalarda hem modern bir yaşam için şehircilik çalışmalarına girişmiş, hem de halkın günlük yaşamını etkileyen, dinsel, ekonomik, eğitsel sorunların çözümü için çaba göstermiştir. Küçük Paşa’nın Sadrazam Suat Paşa’sı da, Selime’nin cehaleti karşısında “müteessir” (35) olarak “...bütün köylerimizde mektepler tesis ve küşadile nimeti maarifin tamimi, islam akidelerinin halelden masun olarak muhafazası esbabının istihsali...” (35) emrini vermiştir. Küçük Paşa’nın anlatıcısı, “bütün Osmanlı ülkesindeki köylülerin” (35) Selime kadar cahil olduğunu düşünmekte, “[g]eçen devirlerde “Güzarı maarif” kesildiğini yazmadık kalem kalmamış olan İmparatorluğun −hazır haline nazaran, birkaç büyük şehirden, beş on küçük kasabadan başka yerlerinde− Maarif gülünün henüz bir tek filizi bile yeşillenmeye başlamamıştı” (36) demektedir.

Sonuç Yerine

Cehalet, eğitimsizlik, insan hakları, eşitlik, evlilik sorunları, kadın hakları, boş inançlar gibi temler yalnızca köyü ve köylüyü anlatan değil, Tanzimat sonrası ilk örneklerinden başlayarak Türk romanının sürekli işlediği temler olmuşlardır. Şemseddin Sami’den başlayarak Cumhuriyet dönemi yazarlarına uzanan süreçte bu temleri işleyen çok sayıda roman yazılmıştır. Daha açık bir deyişle, Ahmet Midhat Efendi’nin “Bir Gerçek Hikâye”sinden başlayarak köyü ve köylüyü anlatan edebî metinlerde dile getirilen sorunların büyük bir kısmı, konusu İstanbul’da geçen romanların da başlıca temleri arasında yer almıştır. Dolayısıyla, hangi ölçüde olursa olsun köy ve köylüyü işleyen bu ilk dönem hikâye ve romanların köyü ve köylüyü gerçekten sorunsallaştırdığını söylemek geçerli bir önerme olmayacaktır.

Küçük Paşa’yı da bu bağlamın dışında değerlendirmek mümkün görünmemektedir. Tepeyran’ın hem “devletçi” bürokrat kimliği hem de “modernleşmeci” aydın kimliği bu romanın dokusunda derin izler bırakmıştır. Küçük Paşa’ya yöneltilen eleştirilerin ortak paydasında yer alan “edebi açıdan zayıf” ve “köye en geniş ölçekte yer veren roman” şeklindeki değerlendirmelerin, doğru olmakla birlikte eksik olduğunu söylemek olanaklı görünmektedir. Modernleşmeci bir aydının devletçi bürokrat kimliğinden etkilenmiş kaleminden çıkan bir roman olan Küçük Paşa’nın, yalnızca “köy ve köylü” bağlamında değil, daha geniş bir ölçeğe sahip “Osmanlı modernleşmesi” bağlamında okunması bugüne dek yapılan çalışmalardan daha verimli bir çalışma olacaktır.

Kaynaklar

Ahmet Midhat Efendi. “Bahtiyarlık”. 1302/1886. Letaif-i Rivayat 282-337.
Ahmet Midhat Efendi. “Bir Gerçek Hikâye”. 1293/1877. Letaif-i Rivayat 225-243.
Ahmet Midhat Efendi. Letaif-i Rivayat. Haz. Fazıl Gökçek ve Sabahattin Çağın. Edebî Eserler 1. İstanbul: Çağrı Yayınları, 2001.
Akbal, Oktay. “Sunuş”. Tepeyran, Hatıralar V.
Akbal, Oktay. “Küçük Paşa Anıları”. Tepeyran, Küçük Paşa. 1984. 6-9.
Akıncı, Gündüz. Türk Romanında Köye Doğru. Türk Edebiyatı Serisi 17. Ankara: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayımları, 1961.
Akyüz, Kenan. Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri: 1860-1923. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1995.
Fethi Naci. 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme. 100 Soruda Dizisi 50. İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1990.
Findley, Carter V. Kalemiyeden Mülkiyeye: Osmanlı Memurlarının Toplumsal Tarihi. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1996.
Findley, Carter V. Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform: Bâbıâli (1789-1922). İnceleme-Araştırma Dizisi 25. İstanbul: İz Yayıncılık, 1994.
Hayber, Abdülkadir. Ebûbekir Hâzım Tepeyran. Türk Büyükleri Dizisi 97. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1988.
Kaplan, Ramazan. Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Köy. Kaynak Eserler 32. Ankara: Akçağ Yayınları, 1997. 3. Baskı.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri. Yaban. 1932. Yakup Kadri Karaosmanoğlu Bütün Eserleri Dizisi 1. İstanbul: İletişim Yayınları, 2001.
Nâbizâde Nâzım. “Karabibik”. 1890. Hikâyeler 61-98.
Nâbizâde Nâzım. Hikâyeler: Külliyât II. Haz. Aziz Behiç Serengil. Ankara: Dün-Bugün Yayınevi, 1961.
Özön, Mustafa Nihat. Son Asır Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul: Maarif, 1941
Tepeyran, Ebubekir Hâzim. Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları. İstanbul: Çağdaş, 1982.
Tepeyran, Ebubekir Hâzim. Canlı Tarihler. İstanbul: Türkiye Yayınevi, 1944.
Tepeyran, Ebubekir Hâzim. Hatıralar. Haz. Faruk Ilıkan. Alaattin Eser Kitaplığı 12. Telif Eserler 3. İstanbul: Pera Turizm ve Tic., 1998.
Tepeyran, Ebubekir Hâzim. Küçük Paşa. İstanbul: Ahmet İhsan ve Şürekası Matbaacılık Osmanlı Şirketi, 1325/1910.
Tepeyran, Ebubekir Hâzim. Küçük Paşa. 1946. Yeni Dizi 23. İstanbul: DE Yayınevi, 1984.
Tepeyran, Ebubekir Hâzim. “Mukaddime”. Küçük Paşa (1910) 5-11.
Tepeyran, Ebubekir Hâzim. Zalimane Bir İdam Hükmü. İstanbul: y.y., 1946.
Uşaklıgil, Halit Ziya. Kırk Yıl: Anılar. Haz. Şemsettin Kutlu. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1987.