1 Ekim 2001 Pazartesi

Ateşten Gömlek'teki vatan

Süt çocukları beşiğini, çocuklar eğlendiği yeri, gençler geçimlerinin sağlandığı yeri, ihtiyarlar dünyadan ellerini eteklerini çektikleri yalnızlık köşelerini, evlât anasını, baba ailesini ne türlü duygularla severse insan da vatanını öyle duygularla sever. -Nâmık Kemal, "Vatan".
Milliyetçi söylem, vatanı çoğunlukla bir kadın bedeni olarak tahayyül eder; kadın bedenini vatanı temsil eden bir sembol olarak istihdam eder. Ulus da erkek kardeşlerden kurulu bir "hayalî cemaat"tir aslında; ulus kimliği erkeklerin birliği sayesinde inşa edilir, çünkü ulusun coğrafi bedeni (geobody) cinsiyetsiz, nötral bir kendilik değildir. Thongchai Winichaul'un bu çok önemli saptaması, "vatan" adlı coğrafyanın sadece haritacılık teknikleriyle değil, aşk ve ayrılık poetikasıyla da çizildiğini anlatmaktadır. Bir ulusun gücünden ne zaman söz edilse, orada aslında bir "vatan aşkı"ndan da söz ediliyordur; erotikleştirilmiş bir milliyetçilik söylemidir bu.

İran modernleşmesini özellikle edebî metinler üzerinden toplumsal cinsiyet çözümlemesine tabi tutarak anlamaya çalışan Afsaneh Najmabadi, Türkçeye Vatan, Millet, Kadınlar içinde "Sevgili ve Ana Olarak Erotik Vatan” başlığıyla çevrilen makalesinde, İran modernitesinin söylemsel olarak millet, siyaset, vatan ve ilim gibi kilit kavramların yeniden eklemlendirilmesiyle oluşturulduğunu anlatır. Oldukça tanıdık bir saptamadır aslında bu: Belki de ta III. Selim'den başlayarak ama özellikle Tanzimat'tan itibaren Osmanlı-Türk modernleşmesi aynı kavramlarla inşa etti söylemini. İran modernleşme tarihi ile Osmanlı-Türk modernleşme tarihi arasında, ilgili kaynaklar okunduğunda, büyük bir benzerlik görülmesi kaçınılmazdır.

Aslında cinsiyetlendirilmiş tek kavram "vatan" değil; "millet" de büyük ölçüde bir "erkek kardeşler birliği" olarak tasavvur edilmiştir. Ulusun erkekleşmesi ile vatanın kadınlaşması arasında herhangi bir çelişkinin olmadığına işaret eden asıl kavram ise "namus"tur. Milletin dinsel bir cemaatten ulusal bir cemaate dönüşüm sürecinde "namus" da, dinsel anlamından ("namus-i İslam") koparılıp ulusal bir anlam kazandı ("namus-i İran"). Namık Kemal'in zihniyetinde mevcut İslamcılık damarı, çağdaşı birçok münevverin zihniyetinde de rastlanacağı üzere, bu yüzden vatana kutsallık atfediyordu. Modernleşmenin kaçınılmaz sonucu ise, vatanın, dinsel anlamından koparılıp bir coğrafi bedene dönüştürülmesi ve sevilen kadın olarak tahayyül edilmesi oldu.

Najmabadi, daha da ilginç bir saptama yapıyor aynı makalesinde: 19. yüzyılda komşu ülkelerle yapılan savaşlar sonucunda, diyor, İran'ın yeni sınırları bir kadının vücut hatlarına benzemişti, öyle tahayyül edilmişti -sevip adanılacak, sahiplenip korunacak, uğruna ölüp öldürülecek bir kadının bedeni. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasına giden yolu açan millî mücadelenin çizdiği sınırların sardığı yeni vatan bir kadının bedenine benziyor mu, diye şöyle bir uzaktan ve farklı gözlerle bakmak gerek belki de ama vatan ve kadın arasındaki özdeşleştirmeyi en iyi örnekleyen edebî metnin Halide Edip Adıvar'ın Ateşten Gömlek romanı olduğundan kuşkum yok benim.

Halide Edip'in "İzmir Kızı Ayşe"yi vatanın bir temsili olarak inşa ettiği bu romanında Ayşe'nin, şehadet mertebesine ulaşarak yüz binlerce "erkek kardeş"inin belleğinde ölümsüzleşmesi, ulusçu söylemin kadın bedenini vatanın bir temsili addedişinin tipik örneğidir. Ateşten Gömlek, vatanın ve ulusun coğrafi bedenini kadın bedeniyle özdeşleştiren birçok tasvir barındırır. Örneğin Ayşe'nin koyulaşmış yeşil, esmer gözleri etrafındaki siyah kirpikleri yaslı İzmir'in zeytinliklerini örten yas örtüsü gibidir. Vatanın hâlini anlatmak için Halide Edip, bu yeşil esmer gözlere, biçimli kırmızı dudaklara ve bembeyaz dişlere sıkça başvurur.

Sevgili ve ana olarak erotik vatan imgesinde vatanın bütünlüğü kadının iffetidir ve bunun temini ile muhafazası modern ulusta erkek tarafından üstlenilir. Ateşten Gömlek‘te, İzmir'in işgali haberini aldığında Cemal'i zulmü altına alan düşünce, kız kardeşi Ayşe'nin "tecavüz"e uğramış olma ihtimalidir. Ayasofya'da trenden inen Ayşe, kalabalıkta, etrafına erkek bedenlerden örülü bir koridorun içinden ilerler. Fakat Ayşe bu kadarını yeterli bulmaz: O sadece korunmak isteyen, rafta saklanacak bir mahluk olmak değil, çekeceğinden daha fazlasını, elinden tutulup ateşe sürüklenmeyi ister; içindeki ateşi kim tezyit ederse onun hakiki arkadaşı o olacaktır. Ne demişti orada İhsan, İzmir Kızı Ayşe'ye: "İzmir'e girersem benim olur musun?" Ayşe'nin cevabı çok netti: "İzmir'e girdikten ve Akdeniz'in kıyılarında yeşil İzmir için akan kanları tesit ettikten [kutladıktan] sonra istediğin zaman seninle evlenirim." Peyami'nin Ayşe'ye aşkı ona layık olmak için her şeyi kaybetmeye razı bir kardeşliğe dönüşürken, İhsan'ın aşkı pervane böceğinin ışığa duyduğu aşk gibidir: Herkes İzmir'e doğru giderken o, Ayşe'ye doğru gidecektir; bir serap gibi dokunulmayan bu kadına temas etmek için hayatta vermeyeceği, yapmayacağı şey yoktur. İhsan için Ayşe, bir kardeş, vatanın bir temsili değil, kadının ta kendisidir.

Vatan sadece sevilen kadının bedeninin bir tahayyülü değildir, milliyetçi söylemde vatanın özdeşleştiği bir başka kadın bedeni daha vardır: anne. Fakat burada ilginç olan, vatanı kadın bedeniyle ilişkilendiren milliyetçi söylemde anne-vatan özdeşliğine erkeklerin değil kadınların yazdıkları metinlerde rastlanmasıdır. Najmabadi, erkeklerin yazdığı yurtsever edebiyatında vatanın sevgili ve anne olarak ikili bir görüntüyle temsil edilirken, kadınların yazdıklarında genellikle sadece anne olarak temsil edildiğine dikkat çeker. Ateşten Gömlek'te de Ayşe, sevilen kadından hızla anneye dönüşür, çevresini kuşatan erkeklerin kız kardeşi ve annesi olur. "İzmir Kızı Ayşe"nin vatanın bir temsili olarak sevilen kadından anneliğe dönüşüm süreci, aynı zamanda Cumhuriyet'in Kemalist kadın kimliğinin inşasını da örnekler: Nilüfer Göle'nin deyişiyle, dişilikten sıyrılan ve ulusal projeyle özdeşleşen yeni kadın tipi: öğretmen, ağırbaşlı, karakterli, hastabakıcı, yararlı, çalışkan, ana, arkadaş. Kemalist rejimin kadınların eğitilmesi için gösterdiği (ve hâlen süren) çaba, bu kadınların yetiştireceği çocukların da yurtsever olacağı varsayımına dayanır.

Tasavvufta ise vatan, maddi ve dünyevi olanın ötesindeki âlemi temsil eden alegorik bir kavramdır: Manevi âlemi yani Hak ile bütünleşilen yeri temsil eder. "Mülk-i Osmani" ile "nizamı-âlem" kavramları arasında bu düzlemde bir ilişki olması muhtemeldir. Hak ile bütünleşilen yer, kuşkusuz, insanın toprağa dönüşünü, özüne dönüşünü de ifade eder, yani mezara, ahirete. Vatan uğruna ölmek, vatan uğrunda şehit olmak, Hak ile bütünleşmek demektir bir bakıma. Tasavvufun bu vatan tahayyülü ise, modernleşmeci söylemin vatana dair anne tahayyülüne yakındır; toprağa dönmek ana rahmine dönmektir bu kez, ki vatan insanın doğduğu yerdir. İzmir Kızı Ayşe'nin millî mücadeleye katılan erkeklere kız kardeş ve anne olması, Ayşe'ye erkekçe bir aşkla bağlı İhsan'ın bu mücadelede unutulmaz bir tabloyu tasvir eden cümlelerle anlatılan şehadeti, Ateşten Gömlek'teki sadece milliyetçi değil tasavvufi söylemin de izlerini belirginleştirmektedir -ki Halide Edip, Şark ve Garp arasındaki medeniyet farklılığını da kendine sorun etmiş ve bunu Sinekli Bakkal'da enine boyuna irdelemişti.

Peki, bir kadının yazdığı ilk Türkçe romanın adı neydi dersiniz: Aşk-ı Vatan. Ya Nâzım Hikmet ne demişti: “Dörtnala gelip Uzak Asya'dan/ Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan/ bu memleket bizim."

Cahit Akın, 2001-2011