1 Ekim 2008 Çarşamba

Ankara'da bir Yaban Kadrocu

Kitap-lık dergisinin Ekim 2008 sayısında yayımlanan yazım.
Kendisiyle yapılan bir söyleşide, “Ben halis muhlis Anadoluluyum. Anadolu’da köyle kasaba, kasaba ile şehir arasında o kadar büyük fark yoktur” (aktaran: Akı 16) diyen Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban adlı romanında aydın ile halk, köylü ile kentli arasındaki kopukluğu konu edinir. Bu çelişkili değerlendirmelerin ardında yatan, Batı Anadolu’da, bereketli topraklar üzerinde, yoksulluktan, savaştan uzak geçen çocukluk günlerinin canlılığıdır. Romanlarından önce yazdığı hikâyelerindeki köylü ile Yaban adlı romanında betimlediği köylü arasında fark vardır. Hikâye yazarı Yakup Kadri, henüz Anadolu köylüsünü tanımamaktadır. Savaş yıllarının acımasız koşullarında tanıdığı köylü “hasis, egoist, ulvî duygulardan tamamen mahrum, toprak kadar duygusuzdur” (Akı 83). Anadolu köylüsünü romanlaştırırken Balzac’ın yolundan gitmiştir. Yaklaşımı Maupassant’ınki gibi belgeseldir: Yaban’da insanı sık sık hayvanla karşılaştırır (Akı 90).

“Yakup Kadri’nin roman sanatı üzerine düşünceleri Balzac’ın düşüncelerine uyduğu gibi, ondan sonra yetişen realist ve natüralistlerin görüşlerine de uyacaktır” (Akı 121). Mütareke yılları, ardından Kurtuluş Savaşı, yazarın sanat anlayışında kırılmaya neden olur, “sanat, toplum içindir” düsturunu benimser. 1920’lerde romancı Yakup Kadri için artık tek gerçek vardır: Vatan ile millet. Doğu-Batı sorununu kafasında çözümlemiş, sanatını bu iki unsurun hizmetine sokmuştur. Kiralık Konak adlı romanında, Batılılaşmadan olumsuz etkilenen Türk ailesinin çözülüşünü anlatır. Bunu Nur Baba adlı romanında din, kültür kurumlarındaki çözülüşün hikâyesi izler. Hasan-Âli Yücel, “Yakup Kadri’nin münferit veya kitap halindeki yazılarını okuyarak Tanzimat’tan bugüne adım adım gelebilirsiniz” (2) diyerek, yazar hakkında yazdığı kitaba Edebiyat Tarihimizden adını verir. Akı da aynı görüştedir: “Yakup Kadri’nin romanları, adeta cemiyetimizin son yetmiş yıllık macerasını, devir açan büyük hadiseler ve nesiller arasından hulasa eder” (118).

1921’de Tetkik-i Mezalim Heyeti ile Anadolu’da yaptığı inceleme gezisidir Yakup Kadri’ye Yaban’ı yazdıran. Kafasında köy, köylü-aydın ayrılığı sorunlarıyla döner bu geziden ve makalelerine yansır bu sorunların izleri. Yazar Yaban’a hazırlanmaktadır. Sakarya Savaşı’nda düşmanın kaçışıyla biten Yaban’ı bu savaşın hemen öncesinde başlayan Ankara izler. Bu iki romanın birlikte okunması, Yakup Kadri’nin düşünce evrenini yakından tanımanın verimli bir yoludur. Yaban’da Anadolu köylüsünün zavallılığını anlatır, Ankara’da ise memleketin bu kötü durumundan kurtuluşun ancak kalkınma hamleleriyle mümkün olabileceğini söyler. Diğer bir deyişle, Yaban hâl-i pür melalimizin, Ankara ise ütopyamızın hikâyesidir. Yaban’ın zifirî karanlığında çakan kıvılcım Ankara’da ilahî bir aydınlanma rüyasına dönüşür.

Namık Kemal’in sorduğu, on yıllardır aydınların yakasını bırakmayan soruyu Yakup Kadri de sorar: “Kendi olarak kalınırken modernleşmek nasıl mümkün olabilir?” (Zürcher 187) “Bizi ancak kendimiz gibi olmanın, kendi kendimizi işlemenin yükselteceğine inanır” (Akı 191). Ona göre “Garp bir tezatlar alemidir. Bugünkü garp medeniyeti sadece Rönesansın değil, bugüne kadar insanlığın geçirdiği kanlı savaşların da mahsulüdür” (Akı 192). “Panoramalar yazarına göre medenîlik, insanın içine ait bir keyfiyettir. Medeni vasıtaların medenîlikle alakası yoktur” (Akı 195). “Onda, şark deyince Tanzimat ricalinin ikbal devirlerinde incelen, zarafete ve bir yaşayış maniyerine ulaşan hayatına karşı bir özleyiş, garp deyince, edebi eserlerin ardından akseden bir şiir ve sanat dünyası anlamak pek hatalı olmaz kanaatindeyiz” der Akı (255).

Gerek Yaban, gerek Ankara, eleştirmenlerce edebî değeri düşük romanlar olarak görülmüştür. Yaban hakkında yaygın tartışma, gerçekçi ve doğalcı sanat anlayışına sahip yazarının köylüyü gerçeğe uygun anlatıp anlatmadığıdır. Moran’ın aktardığına göre (153), Burhan Ümit Toprak “bir romandan ziyade bir essai’ye benzediğini” söyler; Reşat Nuri Güntekin ise “sanat kaidelerine göre en itinasız yazılmış” eser sayar. Yaban’ın bir olay örgüsünden yoksun olduğu izleniminin yanlışlığına dikkat çeken Moran, romanın arka planında bir olayın geliştiğini, bunun da Kurtuluş Savaşı olduğunu gösterir (154). Moran’a göre, Yaban’daki köylü ile aydın arasındaki uçurumun genişliği, köylünün Kurtuluş Savaşı karşısındaki tutumuna bağlıdır. Hikâyenin başında sadece bir “yaban” olarak gördükleri Ahmet Celal’in Kurtuluş Savaşı’ndan yana tavrı aralarındaki uçurumu daha da genişletir, onu düşman bellemeye başlarlar; gerilim sürekli büyür, doruğa tırmanır (155). Moran, Yaban’ın tezinin sadece kültür ikileşmesinden kaynaklanan aydın-köylü kopukluğu olmadığını, yurtsever aydınla gerici köylü arasındaki karşıtlığa vurgu yapıldığını söyler (156). Moran’ın ilginç bir diğer yorumu da, gerçekçi ve doğalcı romanlara özgü mekân ve çevre ayrıntılarının betimlemelerinin Yaban’da yapılmadığı, atmosfer aracılığıyla okuru etkilemenin amaçlandığı, bu tekniğe daha çok romantik, gotik türlerde rastlandığı, dolayısıyla Yaban’ın gerçekçilik peşinde bir roman olmadığıdır (159).

Yaban’ın köylü karşıtı karakter taşıdığı şeklindeki eleştirilere Yakup Kadri, ikinci baskıya yazdığı önsözde romandan alıntıladığı cümlelerle yanıt verir (10-11):
Bunun nedeni Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.

Anadolu halkının bir ruhu vardı. Nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi?

Tabii ayaklarına batacak, işte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.
Bununla da yetinmez Yakup Kadri; 1922’de yazdığı “Barbarların Yaktığı Köyler Ahalisine” başlıklı makalesini de ekler önsöze (11). Yunan ordusunun yakıp yıktığı köylerin insanlarına Nasıralı Nebi’nin sözlerini aktarır bu makalesinde: “Asıl mutlu açlardır, zira doyunacaklardır. Asıl mutlu çıplaklardır, zira giyinecekler. Asıl mutlu zulüm görenlerdir, zira adalete kavuşacaklar” (13). Ama kutsal sözlerin diliyle konuşan bu Yakup Kadri ile Yaban’da konuşan Yakup Kadri aynı kişi değildir. Bu sözlerden on yıl sonra Yaban’ı yazan Yakup Kadri, 1932’nin Kadrocusu Yakup Kadri’dir. ‘Yaban’ Yakup Kadri’nin köylüye bakışını anlamak için Kadrocu Yakup Kadri’nin kafasının içine bakmak gerekir. Yaban’daki köylüye Ankara’dan bakmalıdır, tıpkı Kadrocular gibi. Kadrocu Yakup Kadri, memleketinin ahval ve şeraitinin nedenlerini Yaban’da irdelemiş, çareyi, amacı Ankara’da bulmuştur. “Kadro, [Ankara] romanı[nı]n ikinci bölümünde iyice kirlenmiş Milli Mücadele’nin fedakar insanlarının gene eski özellikleri kazandırılarak üçüncü bölümde betimlenen ideal Ankara’nın, daha doğrusu ideal Türkiye’nin yaratılması rüyasıdır. Kadrocuların ‘yaban’lıktan kurtulması da ancak bu rüyanın gerçekleştirilmesiyle kabildir” (Kayalı 18). “Yaban’da vurgulanan tema’yı, köylünün yalnızca olumsuz yönlerinin sergilenmesini ve yaratılmak istenen boğucu atmosferi ancak Karaosmanoğlu’nun ideolojisinin gereği olarak açıklayabilir ve diyebiliriz ki romandaki köy gerçek Anadolu’yu temsil etmez; 1930’lardaki yönetici sınıftan bir aydın bürokratın kafasındaki Anadolu’nun simgesidir” (Moran 166).

1932-1934 arasında yayımlanan Kadro dergisinin çekirdeği, Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tor, İsmail Hüsrev Tökin, Burhan Asaf Belge ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dan oluşmaktadır. Diğerlerinin devlet memuru olması bahanesiyle, ama aslında Mustafa Kemal’e sofrasına oturacak kadar yakınlığı nedeniyle imtiyaz sahipliği önerisini Yakup Kadri kabul etmiştir (Türkeş 93). Derginin kapanış gerekçesi olarak da yine Yakup Kadri’nin yurtdışına diplomat atanması gösterilmiştir. Türkeş, derginin kapanışına yol açan nedenleri şöyle sıralar: Kadro’nun özel sektöre ve İş Bankası’na yönelik eleştirileri; Kadrocuların gelişme stratejisi önerilerinin Kemalist yönetimi eleştirir nitelikte olması; son olarak da Kemalist yönetimin artık Kadro dergisine ihtiyaç duymaması (205-206).

Türkeş’e göre Kadro hareketi, Birinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda dünyada ve Türkiye’de yaşanan geçiş ve yeniden inşa süreçleri karşısında Türkiye’de bir grup aydının gelişme stratejisi arayışını ifade etmektedir. Bu arayış, Kadrocuları ideolojik olarak kapitalizm ve sosyalizme alternatif üçüncü yol tartışmasına yöneltmiştir (214). Kapitalist-emperyalist güçler arasında giderek şiddetlenen rekabetin çatışmaya dönüşerek bu sistemin çökeceğini öngörmekteydiler. Kadroculara göre, 20. yüzyıl ulusal kurtuluş hareketlerinin çağıdır, bütün sömürgeler ve yarı-sömürgeler siyasi bağımsızlıklarını kazanacaklardır (215). Tarihsel materyalizmin altyapı-üstyapı ilişkisini tersine çevirmiş, devrimci siyasal bir önderliğin altyapıyı şekillendirebileceğini öne sürmüşlerdir. Onlara göre, Türk devrimi ulusal kurtuluş hareketlerinin ilkidir, uluslar arası bağlamda öncü olabilir. Fakat bunun için Türkiye’nin iktisadi bağımsızlığını kazanması, ciddi bir gelişme stratejisi oluşturması ve uygulaması gerekmektedir. Sanayi devletin kontrolünde olmalı, dış ticaret korunmalı, toprak reformu yapılmalıdır (216). Devlet bilinçli, aydınlardan oluşan bir ‘kadro’ tarafından yönlendirilmeli, kapitalist sınıfın ortaya çıkışı bu yolla önlenmeli, sonuçta sınıfsız bir toplum yaratılmalıdır (220). Genel bir değerlendirme yapılacak olursa, düşünsel kaynaklarını hem ulusçulukta hem de Marksizm-Leninizmde bulan Kadrocular ulusçu sol bir söylem geliştirmişlerdir (225). Kayalı’ya göre, “Her dönemde bir anlamda iktidara yaklaşmak Kadrocuların davranış alışkanlığıdır, iktidarla ve iktidara yol göstermekle ülkenin temel sorunlarının çözümleneceğini düşünmüşlerdir” (20).

İşte, Yaban ve Ankara romanlarının yazarı Yakup Kadri, böyle bir entelektüel çevrenin merkezinde yer alıyordu. Köylünün geriliğini bir yandan eleştirir, öte yandan suçu Türk aydınına yüklerken, seçkinci bir kadro tarafından yönetilmesi gerektiğine inandığı bir devlet anlayışından hareket ediyordu. Bu anlayışta olmayan aydınları, yüzyıllarca insanının kanını emen ve posasını katı toprağın üstüne atan, sonra da tiksinen insanlar olarak niteliyor, bu suçlamaların arkasına yeni bir aydın tipinin hayalini resmediyordu. Bu yeni aydın, halkının ruhuna nüfuz edecek, kafasını aydınlatacak, vücudunu besleyecek, toprağını işletecek, hayvani duygularının, cehaletinin elinden kurtaracaktır. Halk toprak gibidir, ekmediysen biçemezsin, hasat edemezsin.

Yaban’ın köylüsü, bu yeni aydın tipinin bir örneği olarak Kadrocu Yakup Kadri’nin yönettiği güçlü devletin denetiminde geliştirilmesi, dönüştürülmesi gereken, şu hâliyle sadece tiksinti veren insanı temsil etmektedir. Fakat önce çevre değiştirilmelidir, yoksa talim-terbiye, iyi örnek, bunların hepsi geçici şeylerdir. Mağara devrindeki gibi yaşayan insanlar arasında düşünmeyi ayıp sayan (Yaban 26) Ahmet Celal, bir gün bu insanlara kendisinin bir ‘yaban’ olmadığını ispat edebileceğinin hayalini kurar (35). Anlar ki “Türk ‘entelektüel’i, Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir. [...] Kendi vatanı addettiği memleketin dibine doğru ilerledikçe, kendi kökünden uzaklaştığını hisse[der]” (36). O, kırlara fırlatılmış, Amerika’dan gelmiş, üzerinde İngilizce yazılar olan, kim tarafından bırakıldığı bilinmeyen bir teneke kutunun eşidir bu topraklarda (69). Yalnızlığının sızısını dindirmek için sürüsüne dönmek ister, fakat sürü dağılmıştır, çoban Ankara’nın yalçın kayası üstünden seslenir, sürüyü toplamaya çalışır, gazası mübarek olsun, fakat sürü toplandığında o da köy de içinde olacak mıdır, hiç sanmaz! (109) O da köylüler gibi olur, her şeyi kadere bırakır (131). Mantığı onların içgüdüsü, onların sağduyusu yanında iflas etmiştir (148). “Sizi kim kurtarabilir? Sizi gökten melekler inse kurtaramaz. Çünkü, sizi evvela sizden, kendinizden kurtarmak lazımdır” (151) diye haykırır. Yaban’ın entelektüeli, ‘yaban’ Ahmet Celal, Türk köylüsünün durgun ve derin bir suya benzettiği ruhunun dibinde ne olduğunu keşfedemeden (20), masum Emine’nin kollarında daldığı serin rüyadan uyanarak (197), yerinden kımıldayamayan Emine’yi kendi kaderine terk ederek, yoluna yine yalnız devam eder (198).

Fethi Naci’nin “Yakup Kadri’nin en kötü romanı” olarak nitelediği (110) Ankara’yı “Üç Ankara” olarak da okumak mümkündür. Romanın ilk bölümünde, Sakarya Savaşı’nın hemen öncesindeki Ankara’yı, savaşın akıbetindeki belirsizliğin doğurduğu tedirginliği hisseden, modern yaşam tarzlarını yerli halkın şaşkın ve tepkili bakışları altında sürdürmeye çabalayan insanların gözünden tanırız. Romanın ana karakterlerinden Neşet Sabit, çok gecikmez karşımıza çıkmakta, zira Kadrocu Yakup Kadri’nin dilidir O, düşüncelerini aktaracak, hayallerini yaşayacaktır. Yaban’ın köylüsündeki duyarsızlıkla Ankara’nın yerli halkında da karşılaşırız: Bir yanda savaş sürerken, diğer yanda halk sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi gündelik yaşamlarını sürdürür. İkinci bölümde, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Ankara’yı, Kurtuluş Savaşı’nın coşkulu subaylarının ve siyasetçilerinin nasıl da yozlaştıklarını, zenginlik içerisinde ama sonradan görme bir yaşam tarzını sürdürdüklerini gösterir bize Yakup Kadri:
Ben, inkılabı hiçbir zaman, hayatın dış şekillerini değiştirmek manasına almadım. ... Şüphesiz, içimizde yeni bir hayat hamlesiyle çatlayan şey yeni bir şekle vücut verir, yani yeni bir kabuk bağlar. Fakat, bu safhada artık inkılaptan bahsedilemez. Burada, artık, muayyen bir çeşit hayatın kalıplanışı vardır. ... bu gördüğünüz şeyler ... bunlar hep birer hayat kalıbıdır ama bizim kendi inkılabımızın ateşinde dökülmüş kalıplar değil. Bizim ruhumuzdaki yeni hayat prensibinin, yeni hayat özünün tomurcuğu da çatlamadı. Çatlamış olsaydı, memleketteki hayat şartlarının yalnız küçük bir ekalliyet lehine değil bütün millet için değişmiş olması lazım gelirdi” (Ankara 123). “Milliyetçi Türk garpçısı için garpçılığın en karakteristik vasfı garplılığa Türk üslubunu, Türk damgasını vurmaktır. Şapka bize hakim değil, biz şapkaya hakim olmalıydık. Garplılaşma, muayyen bir hayat prensibidir. Bu prensip, ancak, milli isteğin, milli kültürün ve nihayet milli ahlakın hizmetçisi, emirberi olmak şartıyledir ki, yaratıcı ve kurucu rolünü ifa edebilirdi. (Ankara 136).
Son alıntıda iki kelime dikkat çekmektedir: yaratıcı ve kurucu. Bu noktada, modern ulusal kimliklerin inşa/icat edilmiş kimlikler olduğunu hatırlamak gerekir. Kadıoğlu’nun Cumhuriyet epistemolojisini belirleyen unsur saydığı “geçmişle süreklilik bağının kırılması” olgusu (24), Kadrocu Yakup Kadri’nin ütopyasını da inşa ve icat eder. Bu anlayış, tamamen yeni olanın peşindedir: Ne sosyalizm, ne de kapitalizm, türünün ilk örneği olarak Türk devrimi!
Garplılık namına Garbın ‘vice’lerini almakta, yarın öbür gün Garp medeniyetinin yıkılıp çökmesine sebep olacak unsurları bu taze, arı vatan topraklarına taşımakta ve aşılamakta ne mana vardı? Biz Garp namına Garpta hüküm süren çürümüş bir sınıfın istihlak [tüketim] ve istihsal [üretim] şartlarını kendimize tatbike uğraşmaktayız. Tıpkı tehlikeli bir ilacı kendi kanına aşılayan bir ilim fedaisi gibi. Fakat, bu korkunç tehlikenin sonunda bari bir büyük hakikat ayan olsa... (Ankara 136)
Kapitalist sistemin rekabet nedeniyle çökeceğini öngören Kadrocuların hedefi, bir gelişme stratejisi oluşturmaktı. Yakup Kadri’nin Ankara’daki bu sözleri, bu anlayışın örnek ifadelerinden biridir. Neşet Sabit, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki toplumsal yaşama ve siyasete getirdiği eleştirileri, 1930’lu yılların Kadro dergisinden aktarmaktadır sanki.

Romanın üçüncü bölümü, Neşet Sabit ve Selma’nın birlikte geçen, coşku ve mutluluk dolu hayatlarını anlatır. Yakup Kadri, bu bölümde artık gerçekliği bir tarafa bırakır, bir masal, bir efsane kurmaya, anlatmaya başlar. Bu, Kadrocu Yakup Kadri’nin hayalindeki yeni Türkiye’dir ve tümüyle Kadro’nun tezleri doğrultusunda inşa edilmiştir: Tanrısal önderlik (174), düzenli kentleşme (176), “1928 harf inkılabiyle beliren ve tarih, dil hareketleriyle kıvamını bulan bir fikir ve ilim uyanışı... millî kurtuluş prensiplerine dayanan bir iktisadî kalkınma savaşı” (179), tümü devlet memuru olmuş, “başlarında patron diye bir bela olmayan” işçiler, mühendisler (183)... Ankara’nın son bölümü, buna benzer birçok hayalle süslenerek, sayfalar dolusu anlatılır, anlatılır, anlatılır! Ne yazık ki, gerçekçi ve doğalcı edebiyatın ustalarını kendine örnek alan Yakup Kadri, yalnızlıktan kurtulmak için bağlandığı halka yeni bir ülke vadederken hayalci olmaktan vazgeçmez.

Son sözü, yazarın Ankara’nın üçüncü baskısına koyduğu önsözdeki Yakup Kadri’ye bırakıyorum:
Ya son bölümde hayalini kurduğum Türkiye’nin gerçekleşmesine doğru bir gelişme olmuş mudur? Ben, o zamanlar, bir gün gelip öleceğini aklımdan bile geçirmediğim Atatürk’ün öncülüğü ve rehberliğiyle bu ideal Türkiye’ye yirmi yıl içinde varacağımı umuyordum. Şimdi, o yirmi yıl üstünden bir yirmi yıl daha geçmiş bulunuyor. Fakat, biz, sosyal, kültürel ve ekonomik devrim şartları bakımından, hala romanımın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü yaptığım Ankara’nın içinde tepinip durmaktayız.

Kaynaklar
Akı, Niyazi. Yakup Kadri Karaosmanoğlu: İnsan-Eser-Fikir-Üslup. İstanbul: İletişim, 2001.
Fethi Naci. 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme. 100 Soruda Dizisi 50. İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1990.
Kadıoğlu, Ayşe. Cumhuriyet İradesi Demokrasi Muhakemesi: Türkiye’de Demokratik Açılım Arayışları. İstanbul: Metis Yayınları, 1999.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri. Ankara. 1934. Yakup Kadri Karaosmanoğlu Bütün Eserleri Dizisi 10. İstanbul: İletişim Yayınları, 2001.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri. Kiralık Konak. 1920. Yakup Kadri Karaosmanoğlu Bütün Eserleri Dizisi 4. İstanbul: İletişim Yayınları, 2000.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri. Yaban. 1932. Yakup Kadri Karaosmanoğlu Bütün Eserleri Dizisi 1. İstanbul: İletişim Yayınları, 2001.
Kayalı, Kurtuluş. Türk Düşünce Dünyası Üzerine Sınırlı Değerlendirmeler I. Ankara: Ayyıldız Yayınları, 1994.
Kayalı, Kurtuluş. Türk Düşünce Dünyasının Bunalımı. İstanbul: İletişim, 2000.
Moran, Berna. “Yaban’da Teknik ve İdeoloji”. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1 153-66.
Moran, Berna. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1: Ahmet Mithat’tan A. H. Tanpınar’a. Araştırma İnceleme Dizisi 2. İstanbul: İletişim Yayınları, 2000.
Türkeş, Mustafa. Kadro Hareketi: Ulusçu Sol Bir Akım. Ankara: İmge, 1999.
Yücel, Hasan-Âli. Edebiyat Tarihimizden. İstanbul: İletişim, 1989.
Zürcher, Eric Jan. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. Çev. Yasemin Saner Gönen. İstanbul: İletişim Yayınları, 1999.