15 Haziran 2003 Pazar

Gelenek ile modernlik arasında bir Osmanlı bürokratı: Ebubekir Hâzim Tepeyran

Bilkent Türk Edebiyatı bölümünde Mehmet Kalpaklı ile yaptığımız ders için yaptığım çalışma (2003).
Her ne kadar öznel bir bakış açısını barındırsalar da bir edebî tür olarak anılar, resmî belgelerin yetersiz kaldığı bilimsel araştırmalarda belge niteliği kazanırlar. Osmanlı araştırmalarında resmî belgelerin yanısıra edebî eserlerin de kaynak olarak kullanıldığı görülmektedir. Örneğin Carter Vaughn Findley, Kalemiyeden Mülkiyeye: Osmanlı Memurlarının Toplumsal Tarihi adlı kitabında, Osmanlı mülkiye memurlarının “kültürel ikilik karşısındaki tepkilerin[in] oluşturduğu yelpazenin genişliğini göstermek için” (189) Aşçı Dede İbrahim’in anılarından ve Abdülhak Şinasi Hisar’ın Ali Nizami Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği (1952) adlı hikâyesinden yararlanır. Zaman zaman başka romanlardan da yararlanan Findley’in ne bu kitabında ne de Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform adlı kitabında Ebubekir Hâzim Tepeyran adına hiç rastlanmıyor olması bu açıdan dikkat çekicidir. Oysa küçük bir taşra kaleminde başlayan yaklaşık elli yıllık memuriyetinde Dahiliye Nâzırlığı’na dek yükselen Tepeyran’ın ilk kez 1944’te yayımlanan Hatıralar adlı anı kitabı, taşra kökenli bir bürokratın yetişme sürecini ve kültürel yönelimlerini izlemek açısından önemli kaynaklar arasında görülmelidir. Küçük Paşa (1910) adlı romanının Türk edebiyatında köyü ve köylüyü konu edinen ilk roman olması nedeniyle Tepeyran’ın “ilk köy romancısı” kimliğinin bürokrat kimliğinin önüne geçirilmiş olması, Osmanlı bürokrasisine ilişkin araştırma literatüründe gözden kaçan bir ad olmasının nedenleri arasında sayılabilir.

Gelenek ile Modernlik Arasında Bir Osmanlı Bürokratı: Ebubekir Hâzim Tepeyran ve Hatıralar’ı
...öyle bağlarını çözmeye ve özgür ufuklarda uçmaya hazır atılımlarını gördüm ki bir eli eski alışkanlıklarını tutmakta gevşerken, öteki elinin yeni alışkanlıklara iyiden iyiye yapışacağında kuşkum kalmadı. -Halit Ziya, Kırk Yıl.
İkinci baskısı 1998 yılında yapılan ve hacmi 600 sayfayı aşan Hatıralar’a yazdığı tek sayfalık “Sunuş” yazısında Oktay Akbal, kitabın diğer anı kitaplarına hiç benzemediğini öne sürerek, “Tepeyran, yarım yüzyıl süren devlet adamlığı süresince gözlemlerini birer öykü niteliğinde anlatmasını bildiği için anıları kişisel olmaktan çıkıp bir çeşit yaşam romanı niteliğini kazanmıştır” der. Küçük Paşa’nın 1910’da yayımlanan ilk baskısı ile 1946’da yayımlanan ikinci baskısı karşılaştırıldığında fark edilir ki, Tepeyran romanın ilk baskısında yer alan kimi yan öyküleri torunu Akbal ile yaptıkları sadeleştirme sırasında metinden çıkartmış (Akbal, “Küçük Paşa Anıları”) ama anı kitaplarına koymuştur. Benzer bir durum, 1908’den önce yazdığı öykülerini içeren Eski Şeyler adlı kitabı için de geçerlidir: 1910’da yayımlanan ve bir daha baskısı yapılmayan bu kitaptaki “hikâyelerin hemen tamamı, hatıralarında da yer verdiği olay ve durumların anlatılmasıdır” (Hayber 14). Tepeyran’ın farklı türden eserleri arasındaki bu geçişlilik ilişkisi iki şekilde yorumlanabilir: Tepeyran ya anılarını yazarken, Akbal’ın da belirttiği gibi, sanki bir roman ya da öykü yazıyormuş gibi edebî bir üslup ve hatta yapı kullanmaya özen göstermektedir ya da roman veya öykü yazarken anılarda rastlanabilecek düzeyde belgesel bir üslup kullanmaktadır.

Akbal’ın kitabın başında yer alan yazısını, Türkiye Yayınevi’nin hazırlamış olduğu “Ebubekir Hâzim Tepeyran” başlıklı yaşamöyküsü izler. Tepeyran’ın ayrıntılı yaşamöyküsünün bulunabileceği bir diğer kaynak ise, Abdülkadir Hayber’in 1988 yılında Kültür Bakanlığı tarafından yayımlanan Ebûbekir Hâzım Tepeyran adlı incelemesidir. Her iki yaşamöyküsünde de büyük ölçüde Tepeyran’ın anı kitaplarından yararlanılmıştır.

1864’te Niğde’de doğan Ebubekir Hâzim Tepeyran, tanınmış ve köklü bir aile olan Niğdeli Murat Paşa sülalesinden Niğde Tahrirat Müdürü Bekir Beyzade Hasan Efendi’nin oğludur. Başlangıçta mektebe gitmeye ve okumaya istek duymayan Hâzim, yarım bıraktığı öğrenimini Isparta ve Antalya rüştiyelerinde “usule aykırı olarak ‘mülazım sınıfı talebelerinden’ sıfatıyla” (10) sürdürür. Antalya’da babası tarafından Tahrirat Kalemine mülâzım atanan Ebubekir Hâzim, 1879’da Niğde’de rüştiyeyi birincilikle bitirdikten sonra Tahrir-i Emlak Ve Arazi dairesinde Muhaberat Kâtipliği, yanısıra da rüştiyede yazı hocalığı yapar. Çeşitli konularda yazdığı makaleleri, o sıralarda Konya’da mektupçu ve matbaa nazırı olan şair Mehmed Nâzım Paşa tarafından beğenilerek vilayet gazetesinde yer alır. Tepeyran, Niğde’ye gelen Said Paşa’nın dikkatini çekerek, ilk ciddi memuriyet görevi sayılabilecek Konya Maarif Meclisi Kâtipliği ve Vilayet Gazetesi Muharrirliğine getirilir. Mehmed Nâzım Paşa’nın teşvikiyle yazdığı şiirler Vilayet gazetesinde yayımlanırsa da, bir gazelinde geçen "Ol kadar ettim teâlî lâmekân-ı aşka/ Arş-ı âlâ en pesin bir âstânımdır benim" beytine Kadı Emin Efendi tepki gösterir. İkinci Abdülhamid döneminin matbuat sansürü henüz başlamamış ya da taşraya sirayet etmemiş olsa da, Allah’a hitaben yazdığı bir başka gazelinde de "Zâlimleri ikdâr ile sen azlem edersin/ Mazlumu tazallümde dahi ebkem edersin" beytini görünce Emin Efendi’nin tepkisi daha da büyür ve sonunda Said Paşa, Hâzim Bey’i şairlikten vazgeçirmek zorunda kalır.

1885’te, Kastamonu valisi Abdurrahman Paşa’nın teklifiyle Kastamonu Mektubî Kalemi Mümeyyizliğine tayin olur. Bundan sonraki on yıl, Abdurrahman Paşa’nın maiyetinde geçecektir. Kastamonu’daki altı yıl içinde mühürdarlık, mektupçu kalemi mümeyyizliği, vilayet gazetesi yazarlığı, idadî mektebinde mecelle ve mülkiye kanunları hocalığı yapar. Paşa’yla birlikte İzmir’e gelip mektupçu mümeyyizliği ve mektupçuluk yapar. Konya’da kendi kendine öğrenmeye başladığı Fransızcasını İzmir’de Halit Ziya Uşaklıgil’in yardımıyla ilerletir. 1893’te Edirne’ye tayin edilen Paşa’yla birlikte giderek Vali Muavini olur.

1896’da Dedeağaç Mutasarrıflığına tayin edilir. Buradaki başarılı çalışmaları, Jön Türklerden olduğu iddiasıyla saraya jurnal edilerek hakkında tahkikat açtırılınca yarım kalır; 1898’de görevinden azledilerek İstanbul’a gelir. Jurnalin esasını öğrenmeye ve iftiraların asılsızlığını kanıtlamaya çalıştığı sırada, tavsiye üzerine, Dedeağaç’ta kendi çektiği fotoğraflardan oluşan bir albümü resme meraklı İkinci Abdülhamid’e takdim eder. Albüm, Abdülhamid’in de fotoğrafçılığa heves etmesine neden olur ve Tepeyran “Bâlâ” rütbesi ve ikinci dereceden “Osmanî nişanı” ile taltif edilerek Musul’a vali tayin edilir. Burada asayişi sağlama ve petrol şirketi kurma gibi çalışmaları yine bir jurnal üzerine kesilerek 1902’de Şûrâ-yı Devlet azalığına tayin olmuştur.

1903’te Manastır valiliğine tayin edilerek, buradaki üç buçuk yıl içinde eşkıyalık hareketlerini bastırmadaki başarısı nedeniyle birinci rütbeden “Osmanî” ve “Mecidî” nişanları verilir. 1906-1909 yılları arasında Bağdat, Sivas ve Ankara valiliği yapar; 1909’da İstanbul Şehremini olur; 1910-1914 yılları arasında Hicaz, Beyrut, Halep valilikleri yaptıktan sonra 1914’te Şûrâ-yı Devlet Mülkiye ve Maarif Dairesi başkanlığına, 1918’de Bursa valiliğine tayin edilir. 1920’de Ali Rıza Paşa ve Salih Paşa kabinelerinde Dahiliye Nâzırlığı yapar. Bursa valiliği sırasında Kuvva-yı Milliye’yi himaye ettiği iddiasıyla Mustafa Paşa Divan-ı Harbince idama mahkûm edilir. Tevfik Paşa kabinesince yeniden kurulan Divan-ı Harp beraatine karar verir. 1921’de Ankara’ya gelir, Sivas ve Trabzon valiliği yapar. 1922’de emekli olur ve aynı yıl Niğde milletvekili olarak TBMM’ne girer. 10 yıl sonra bir daha milletvekili olur. 1947 yılında, 83 yaşındayken vefat eder.

Kitabın anıları kapsayan ana gövdesi, muhtemelen, günlük tutmayı alışkanlık edinen yazar tarafından, 1902’deki Şûrâ-yı Devlet azalığına tayinine kadar görev yaptığı vilayetler esas alınarak bölümlenmiştir. Coğrafi mekân ve kronolojik zaman arasında organik bağ kuran düzeniyle kitap, yalnızca bölüm ve kesim başlıklarına bakıldığında, Tepeyran’ın memuriyet yaşamının kuşbakışı izlenebileceği bir yapıya sahiptir. Tepeyran’ın Niğde, Isparta ve Antalya’daki ilk yetişme yıllarını ve memuriyete giriş sürecini kapsayan “Hatıralar” başlıklı ilk bölümü sırasıyla “Konya”, “Kastamonu”, “Sinop”, “İzmir”, “Edirne”, “Gelibolu”, “Dedeağaç”, “Musul Yolunda”, “Musul”, “İstanbul” başlıklı bölümler izlemektedir. 1902 yılından sonraki anılarını Zalimane Bir İdam Hükmü (1946) ve Sadi Borak tarafından sadeleştirilerek düzenlenen Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları (1982) adlı kitaplarda bulmak mümkündür.

Kitabın sonuna eklenen 14 sayfalık “Açıklamalar” bölümünde, metinde geçen kişi ve yer adları, dönemin toplumsal yaşamını karakterize eden kültürel terimler, kurum ve gazete adları, tarihsel olaylar hakkında kısa bilgiler verilmiştir. Kitabın ayırıcı niteliklerinden biri de, anı kitaplarında genellikle rastlanmayan, 30 sayfalık bir “Genel Dizin”i bulunmasıdır. Son sayfalarda ise, Tepeyran’ın el yazısından örnekler ve kendisi tarafından çekilmiş fotoğrafları da kapsayan “Fotoğraflar” yer almaktadır.

Tepeyran’ın Hatıralar’ını okumak, tipik bir Osmanlı bürokratının geleneksel eğitim sistemi ve kalem ortamı içinde yetişme sürecini izlemek açısından oldukça zengin bir süreç niteliğindedir. Tepeyran’ın kitaba eğitim sistemindeki aksaklıkları ve karşılaştığı örnek devlet adamlarını konu edinerek başlaması, onun kendini her şeyden önce bir bürokrat kimliği içinde anlatmak istediğini gösterir. Çocukluk yıllarında tanıdığı iki devlet adamının, sabık sadrazam Esad Paşa ile Müşir Mehmed Said Paşa’nın Tepeyran’ın memuriyete girişinde önemli rolleri vardır:
Esad Paşa merhumun yurt çocuklarını cehaletten kurtarmak yolundaki ciddi, azimli ve fiili teşviki olmasa [...] şüphesiz mektebe gitmeyecek ve Said Paşa Niğde’ye gelmese orada mıhlanıp kalacak, uzun yıllar devlete ve memlekete hizmet şerefiyle bahtiyar olmayacaktım. (18)
Konya’daki ilk görev gününde “halef-selef devir ve teslim muamelesi” (22) sırasında, yapılacak işe ve hatta çalışırken oturma biçimine dair “hâce”sinden öğütler alması, geleneksel Lonca düzeninin temelini oluşturan usta-çırak ilişkisinin 19. yüzyılın son çeyreğinde dahi sürdüğünü belgeler. Ancak, Said Paşa memurların geleneksel edep ve terbiyeye göre değil, iş nasıl daha kolay ve çabuk yapılacaksa öyle oturmasını isteyen (22) rasyonel bir “usta”dır. Mektupçu ve şair Mehmed Nâzım Bey de Hâzim Bey’i şiir yazmaya teşvik ederek onları gazetede yayımlar, genç şairi şiir meclislerine katar. Hâzim Bey, usta-çırak ilişkisinin hüküm sürdüğü bir çalışma ortamında, Hâzim’i “terbiye etmeyi ve aydınlatmayı kendilerine bir insanlık vazifesi saymış” (23) açık düşünceli bir hami ve destekleyici bir şairin etkisinde yetişmektedir. Ancak, Kadı Emin Efendi’nin gazellere olan tepkisi giderek artınca Said Paşa, Hâzim Bey ile şu uzun konuşmayı yapmaya mecbur olur:
Gazetede şiirlerinizi görüyorum. Ben, bizim İran taklidi şiirlerden hiçbir lezeet almam; hatta layıkıyla anlamam bile. Yazdığınız şeyler iyi olabilirler. Nasıl olursa olsun, onları yazmak için harcadığımız zaman kayıbını karşılayamazlar. Maalesef itirafa mecburuz ki, bu memlekette güzel sanatlar zevki, henüz sayılı birkaç kişiye münhasırdır. Şimdiye kadar biz Türkler’den refaha kavuşmuş bir şair, bir ressam, bir musikişinas görmedim, duymadım. Hele şairlerimiz hiç istisnasız zaruret içinde yaşamaya mahkûm bulunuyorlar. Bu yüzden de kendilerini içkiye vererek üstelik sıhhat nimetinden de mahrum oluyorlar. Bütün ömürlerini sefalet içinde ve “felek” namıyla icat ettikleri hayali bir musibet amiline söğmekle geçiriyorlar. Sizin de bu bedbaht zümreye katılmanıza gönlüm razı olmuyor. Yaşınız her şeyi öğrenmeye müsaittir. Bir fenne bile bağlanabilirsiniz: Onunla beraber memur mesleğinde kalsanız bile, idari, adli veya mali mesleklerden ihtisas sahibi olmanız lazımdır. Bu ihtisası peyda edebilmek için mutlaka Avrupa dillerinden birini öğrenmek mecburiyeti var. Çünkü herhangi bir meslekte ilerlemeye yarayacak kitap yok. İnsan şimdiki kitaplarımızdan ne kadar çok okursa okusun, gözü bağlı olarak kuyu dolabına koşulmuş bir at gibi, küçük bir daire içinde döner durur. İlerleme ve olgunlaşma yolunda bir adım mesafe ilerleyemez. (33-34)
Bu uzun konuşma, “İngiltere’de mükemmel bir tahsil görmüş ve tamamıyla İngiliz terbiyesi almış olmasından dolayı ‘İngiliz’ lakabıyla şöhretlenen” modern bir bürokratın dönemin kültür, edebiyat ve memuriyet ortamına bakışındaki eleştirel tonu yansıtmanın yanısıra, Tepeyran’ın düşünsel yönelimlerini biçimlendirecek öğeleri de fazlasıyla barındırır. Memuriyet yaşamının ilk ciddi görevine böylesine rasyonel bir haminin maiyetinde başlayan Tepeyran’ın, Hatıralar’ı baştan sona okunduğunda, bu sözleri can kulağıyla dinlediği görülecektir: Les Fleurs Dégénérées (1931) ve Kar Çiçekleri (1932) adlı şiir kitaplarını bu konuşmadan elli yıl sonra yayımlayacaktır. Şiiri bırakan Hâzim Bey, Fransızca öğrenmeye karar verir: “Olendorf namında” bir Türkçe-Fransızca konuşma kitabı, Şemseddin Sami’nin küçük Kamus-ı Fransevi’si, Beşir Fuad’ın kapsamlı grameri, İzmir yıllarında tanıştığı Halit Ziya Uşaklıgil, Dedeağaç mutasarrıf muavini Kalaisaki, Tepeyran’ın Fransızca öğrenmek için yararlandığı kaynaklar ve kişilerdir (40-45).


Hâzim Bey, “hâce”sinin “fenne bağlanmak” öğüdünü de tutarak astronomi, tabiat ilimleri, fotoğrafçılık, arkeoloji gibi alanlarda da bilgi edinir: “Yeni ve resimli heyet kitapları […] bir amatör için kâfi derece kuvvetli bir rasat dürbünü” (509) vardır. Dedeağaç’ta kendi eliyle çektiği fotoğraflardan oluşan bir albümü Abdülhamid’e takdim ederek onun takdirini kazanır ve bu sayede ilk valiliğini Musul’da yapar (319). Semadirek adasındaki tarihi eserleri gidip yerinde inceler (259-67).

Tepeyran’ın kültürel gelişiminde ve hizmet bilincinin oluşumunda rolü olan bir diğer “hami” ise, Kastamonu valisi Abdurrahman Paşa’dır. “[Y]alnız gündüzleri değil, geceleri de ezani saat dörde, beşe kadar çalı[şan]” (54) ve “bütün fikir ve zamanını vazifesine hasretmiş bir zat” (54) olan Abdurrahman Paşa ile Said Paşa arasında bir karşılaştırma yapan Tepeyran, bu iki bürokrat arasındaki fark ve benzerliği şu sözlerle dile getirir:
Abdurrahman Paşa ile İngiliz Said Paşa arasındaki fark, birinin dindar, diğerinin din hususunda biraz saygısız olmasından ibarettir. Namusluluk, doğruluk, devlet ve memleketi bilerek zerre kadar zarara sokmamış olmakta bu iki muhterem zat arasında hiçbir fark yoktu. Yalnız Said Paşa’nın tevazuu sonsuzdu. (70-71)
Nakşibendiliğin Halidî koluna mensup bir derviş de olan Abdurrahman Paşa’nın Dağıstanlı Takiyüddin Efendi ile karşılaşmasını da Hatıralar’ında ayrıntılarıyla anlatan (57-60) Tepeyran, disiplin ve otorite konusunda maiyetindeki memurlara karşı ödünsüz olan Abdurrahman Paşa’nın Takiyüddin Efendi’nin azarları karşısında nasıl çocuklaşıp gözlerinin yaşardığından şaşkınlık ve merhametle söz eder. Doğu kültürüne dair derin bilgisi, güçlü belleğiyle Hâzim Bey’i etkileyen Takiyüddin Efendi, ayrıca, Tepeyran’dan kendisine Fransızca öğretmesini istemiş ve Fransız alfabesini “iki üç günde öğrenerek okumaya, yazmaya başlamıştı” (59).

Said Paşa ve Abdurrahman Paşa arasındaki zihniyet farkını davranış düzeyinde de izleyerek mesleki gelişimini sürdüren Ebubekir Hâzim Tepeyran, kültürel tercihini, Said Paşa’nın işaret ettiği modernliğin dünyasından yana kullanmakta gecikmeyecektir. Modern yaşam tarzının somut görünümüyle ilk kez Sinop’ta karşılaşır. Rusya konsolosu Mösyö Suhetin’in “münevver ve üstelik güzel” (113) kızıyla “fotograf, resim, edebiyat” (113) konuşmakla kalmayıp “flört” de edecektir. Matmazel Suhetin’in kalbinde başlayan ve Hâzim Bey’in Sinop’tan ayrılması üzerine kalbinin kırılmasıyla sona eren bu “[m]asum, fakat tehlikeli” (112) sevgiye zemin olan konsolosluk salonundaki Batılı hayatı Tepeyran şu sözlerle anlatır:
Böyle çiçekler, şamdanlar vesaire ile süslenmiş; etrafına, aralarına siyah elbiseli erkekler oturtularak sıralanan genç ve dekolte kadınlar dizilmiş alfranga bir sofrada ilk defa bulunduğum gibi votkayı ilk defa içiyor, renk renk şaraplarla şampanyayı ilk defa görüyordum. Bunlardan içmesem daha az sıkılgan olacağım muhakkaktı. Beni cesaretlendiren sade bunlar değil, matmazelin çiçekler arasından yeşil ışıklı bir çift dişi ateşböceği gibi parlayan gözleriydi. (113-14)
1893’te İzmir’den İstanbul’a giderlerken, kolera salgını nedeniyle, Klazumen adasında karantinaya tâbi tutuldukları on gün içerisinde armonika çalmayı ve notaları öğrenmeyi de ihmal etmeyen Ebubekir Hâzim Bey, Edirne’de karşılaştığı Mahmud Hamdi Paşa’nın “tam alafranga” (166) hayatını ise şu sözlerle anlatır: “Haftada bir, muayyen gecede evinde mükellef ve danslı çay ziyafeti verdiği gibi, her akşam çayında mutlaka sevdiklerinden kadın-erkek beş on kişi bulunurdu” (166). Tepeyran’ın Mösyö Suhetin’in evindeki hayatı değil de Mahmud Hamdi Paşa’nın evindeki hayatı “alafranga” diye nitelendirmesi dikkat çekicidir ve Tanzimat romanlarında görülen “alafranga züppe” eleştirisini hatırlatmaktadır.

Laik ve rasyonel Said Paşa’dan aldığı öğütleri Abdurrahman Paşa’nın himayesinde sürdürdüğü görevleri sırasında halka hizmet anlayışıyla bütünleştirmeye yönelen Tepeyran, kendisi de geleneksel eğitim sisteminden geçmiş, rüştiye mezunu bir bürokrat olarak, bu eğitim anlayışının yarattığı “cahil kaymakamların memlekete pek zararlı” (140) olduğunu görmüştür. “Mülkiye Mektebi tahsili büyük bir nimettir. Yazık ki bana nasip olmadı” (282) diyerek eğitimindeki yetersizlikten yakınan ve oğlunu Galatasaray Lisesi’ne yollayan (150) Tepeyran, görevlendirmelerde Mülkiye mezunlarına öncelik tanımaktan çekinmez.

Edirne’den önceki yıllara ait anılarında adları hiç geçmeyen Namık Kemal ve Tevfik Fikret’in Tepeyran’ın yaşamında ayrı bir yerleri vardır. Gelibolu’da Namık Kemal’in mezarını ziyaret eden Tepeyran, gördüğü manzarayı şu sözlerle anlatır:
[S]ırf görünmemesi için arka tarafa gömülmüş olan Namık Kemal’e her halde layık olduğu güzellikte bir mezar yapılmış olacağını umarken, malum mezar şekli verilmiş, fakat bozulmuş bir toprak yığını bulmak ve baş tarafına bir yazısız tahta parçası sokulduğunu görmekten çok mahzun oldum. (213)
Urfa’da karşılaştığı mutasarrıf Hüseyin Efendi ile oğlu Tevfik Fikret hakkında yaptığı konuşma da Said Paşa’nın şairlikle ilgili düşüncelerini hatırlatır niteliktedir:
Emsali nadir bir oğlunuz olduğu halde kıymetini bilmiyorsunuz. Tevfik Fikret Bey ilerde olacak değil, şimdiden adam, hatta büyük adam olmış ve büyüklüğü günden güne artacak bir gençtir. [...] Vakıa memleketimizde şairler, ressamlar ve musikişinaslar layık oldukları derecede hürmete, refaha nail olamıyorlarsa da bunların şahsi kıymetleri, kazançlarının derecesiyle ölçülmez. Pek yerinde olarak terketmiş olduğu memur mesleği de namuslu, vicdanlı memurlara müreffeh bir hayat temin etmez. Ümit ve hülya ile en az otuz sene şurada, burada bir göçebe, bir esir hayatı yaşadıktan sonra kişiyi sefalet uçurumunun kenarına getirip orada bırakan nankör bir meslektir. (343)
Bu sözler, Tepeyran’ın dönemin özgürlükçü aydınlarına duyduğu sevgi ve saygıyı yansıtmakla birlikte, Konya’daki Hâzim Bey’den Musul yolundaki Hâzim Bey’e uzanan yirmi yıllık bir kişisel ve toplumsal tarihin eleştirel yorumunu da içermektedir. Hatıralar dikkatli okunduğunda, Abdurrahman Paşa’nın Edirne’den ayrılmasıyla mesleki yaşamını artık “hami”siz sürdüren Ebubekir Hâzim Tepeyran’ın, bu dönemde mesleki başarı grafiğinin giderek yükseldiği fakat buna karşılık bürokrasideki iç çekişmelerden olumsuz etkilendiği ve kendini bir ölçüde koruyamadığı görülecektir. Edirne ve Dedeağaç yılları, Tepeyran’ın Jön Türklerin düşüncelerine yakınlaştığı bir dönemi de ifade eder; Hatıralar’da açıkça söylenmese de, Musul’a tayininin bir tür sürgün olduğu görülmektedir. Meşrutiyetten yana düşünceleri nedeniyle zor durumda kalan Tepeyran, imparatorluktan cumhuriyete geçiş sürecinde de zihinsel düzeyde dönüşümünü sürdürecektir.

Findley, Kalemiyeden Mülkiyeye: Osmanlı Memurlarının Toplumsal Tarihi adlı kitabının “Sonuç: Portreler Galerisi” başlıklı son bölümünde, “Hariciye Nezareti sicill-i ahvallerinden başlayarak kayıtların çözümlenmesinde karşılaştırılan üç tip memurun niteliklerinden birer portre” (365) oluşturur. Bu üç hayalî portreden ilki olan “gelenekçi Müslüman memur” (365) İbrahim Efendi ile Tepeyran arasındaki benzerlik dikkat çekicidir; ancak, dikkatli bir karşılaştırmada bu benzerliğin yalnızca yetişme süreciyle sınırlı olduğu görülecektir. Diğer portreler ise ancak Hariciye kalemlerine özgü modeller olduğu için bir karşılaştırma yapmak imkânsız görünmektedir. Findley’in imgesel bürokrasi modeli daha çok Hariciye için geçerli olup, taşrada gelişen mülkiye örgütlenmesi içinde yetişen memur tipleri için yeterince açıklayıcı bir nitelik taşımamaktadır. Tepeyran’ı Osmanlı bürokrasisindeki dönüşümün çözümlenmesi açısından ilginç kılan özelliği, devlete sadakati esas alan geleneksel bürokrat etiği ile halka hizmeti esas alan modern görev bilinci arasındaki gerilimin odağında bir zihniyet dönüşümünü temsil etmesidir. Tepeyran, kendisini aktif bir siyaset adamı olmaktan alıkoyan geleneksel bürokrat etiği ile yenilikçi düşüncelere yatkınlaştıran modern görev bilinci arasında devlet adamlığı kimliğini korumaya özen göstermiştir. Findley’in, hayalî memur tipleri aracılığıyla gelenek ve modernlik arasında yaptığı ayrımın (363-70) eşzamanlı varlığını göstermesi açısından Tepeyran örneği dikkat çekicidir.

Ayrıca, Findley’in daha çok dönemlere ayırarak modellediği bürokratik dönüşüm süreci Tepeyran örneğinde farklı bir biçim kazanmaktadır. Başkentin modern eğitim olanaklarından yoksun bir taşra kasabasında geleneksel okullarda yetişerek, Şerif Mardin’in “Alaaddin’in lambası hareketliliği” diye adlandırdığı (aktaran Findley, Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform 32) bir terfî mekanizması içinde “keşfedilen” ve memuriyet yaşamının neredeyse yarı süresini Said Paşa ve Abdurrahman Paşa gibi birbirinden oldukça farklı iki haminin maiyetinde geçiren Tepeyran, hamisiz kaldığı dönemde hem modern düşüncelere daha yakınlaşacak hem de mesleki çekişmelerden dolayı giderek daha fazla zarar görecektir. Tepeyran örneğine bakılarak, 19. yüzyılın son çeyreğinde dahi taşra ve başkent arasındaki geniş uçurum nedeniyle, hem geleneksel hem de modern eğitimin bürokratların yetişmesinde rol oynadığı; ayrıca, geleneksel örgütlenmenin bir parçası olarak “hami-mahmi” ilişkilerinin yüzyılın sonuna dek varlığını koruduğu da söylenebilir.

Ayrıntılı bir değerlendirmenin bu yazının kapsamını aşacağı dikkate alındığında, Hatıralar’ın genç bir şakirdlikten nazırlığa yükselen bir bürokratın kültürel ve mesleki gelişiminin öyküsü olduğu kadar, Osmanlı bürokrasisinin Tanzimat’tan Meşrutiyet’e uzanan dönüşümünü anlamaya da katkıda bulunabilecek bir edebî anlatı olduğu söylemekle yetinilebilir.


Konaktaki Köylü, Köydeki Küçük Paşa: “Saded Hârici” Bir Okuma
Konağın Büyük Paşa’sı öldü, mezara gitti, bir daha gelmez, Küçük Paşa’sı köye gidiyor, bir daha gelmeyecek, konak daima paşasız kalacak. -Ebubekir Hâzim Tepeyran, Küçük Paşa.
Divan şiirinde mazmunlaşan ve soyut bir âleme dönüşen doğa, Tanzimat sonrası Türk şiiri ve romanında, Fransız edebiyatının doğalcı ve gerçekçi metinlerine öykünen bir anlayışla dünyevî biçimiyle görülmeye başlanmıştır. Modernleşmeyi sorunsallaştıran ilk dönem romanlarda Çamlıca, Kâğıthane ve benzeri kırsal gezinti alanları Batılı yaşayışı görünür kılan bir simgesel mekân niteliği edinmiştir. Öte yandan, kentlerdeki hızla gelişen modern yaşamın yoruculuğu, Tevfik Fikret ve arkadaşlarında olduğu gibi, Osmanlı aydınlarında doğaya kaçış isteği uyandırmış, şairler pastoral türde örnekler aracılığıyla köy ve taşra manzaralarını edebiyata taşımışlardır. Edebî yönelimlerin yanısıra, devleti kurtarma mücadelesi veren aydınların halkla daha geniş ölçekte buluşmayı hedefleyen bir taban arayışının da taşraya ve köye olan ilgiyi beslediğini söylemek olanaklıdır. Bu olgulara karşın Türk romanının ilk elli yıllık döneminde olayların mekânı olarak genellikle İstanbul seçilmiş, taşra ve köy Türk edebiyatına asıl olarak 1908 sonrasında ortaya çıkan Millî Edebiyat akımıyla girmiştir. Bu genellemenin dışında kalan birkaç örnek ise şöyle sıralanabilir: Ahmet Midhat Efendi’nin “Bir Gerçek Hikâye” (1876) ve “Bahtiyarlık” (1885) adlı öyküleri, Nâbizâde Nâzım’ın “Karabibik” (1890) adlı uzun hikâyesi ve Ebubekir Hâzim Tepeyran’ın Küçük Paşa (1910) adlı romanı.

Köy ve köylü temlerinin Türk edebiyatında ilk kez hangi metinlerde görüldüğü üzerinde tam bir uzlaşma sağlandığı söylenemez. Bu alanda yapılmış çalışmaların ilk örneklerinden olan, Gündüz Akıncı’nın 1961 yılında yayımlanan Türk Romanında Köye Doğru adlı kitabında incelenen üç metinden en eskisi “Karabibik”tir –diğer ikisi, Küçük Paşa ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban (1932) adlı romanlarıdır. Cahit Kavcar, Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi’nde 1976 yılında yayımlanan “Türk Roman ve Hikâyesinde Köye İlk Açılma” başlıklı yazısında, Ahmet Midhat Efendi’nin “Bir Gerçek Hikâye” ve “Bahtiyarlık” adlı öykülerinin “Karabibik”ten daha önce sayılması gerektiğini belirtirken; Orhan Okay, 6-9 Şubat 1978 tarihlerinde yapılan Birinci Millî Türkoloji Kongresi’nde verdiği “Türk Romanına Köy Mevzuunun Girişinde Unutulan Bir İsim: Ahmet Midhat Efendi” başlıklı bildirisinde ilk örnek olarak “Bahtiyarlık”ı incelemiştir (aktaran Kaplan 9). Kenan Akyüz de Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri: 1860-1923 adlı kitabında, Mehmed Murad’ın –ya da yaygın adıyla Mizancı Murad Bey’in- Turfanda mı, Yoksa Turfa mı? (1890) romanını “[v]akasının bir kısmı köy ve köylüyü kalkındırmak gayesi ile köyde geçen” (82) bir roman olarak nitelendirirken, Ahmet Midhat Efendi’nin bu iki hikâyesini ve Nâbizâde Nâzım’ın “Karabibik”ini de anarak bu eserleri “köy romanlarının öncüleri” (82) sayar. Fethi Naci ise 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme adlı kitabında, Ahmet Midhat Efendi’nin “Bir Gerçek Hikâye” ve “Bahtiyarlık” adlı öykülerini hiç anmazken, “Karabibik”i de hacım bakımından roman değil de uzun hikâye sayarak, Küçük Paşa’yı “köyden söz açan ilk roman” (265) olarak nitelendirir. Açıktır ki bu tartışmalarda, adı geçen metinlerin türü ya da köy ve köylü temlerinin bu metinlerde kapladığı yer dikkate alınmıştır. Kavcar, Okay ve Akyüz’ün tür ayrımı yapmadan üzerinde uzlaştıkları ad Ahmet Midhat Efendi olmasına karşın, Fethi Naci hem tür hem de bu temlerin metinde kapladığı yeri dikkate alarak Ahmet Midhat Efendi’yi ve Nâbizâde Nâzım’ı “köy edebiyatı”nın dışında bırakmıştır.

Ahmet Midhat Efendi, “Bir Gerçek Hikâye” adlı öyküsünde, “Akdeniz’in dalgaları içinde kaybolmak mertebesinde küçük ve sapa bulunmak münasebetiyle hemen her türlü müvarededen mahrum bulunan” (226) bir karyenin “en ziyade çelebilikle muttasıf olan” (226) halkı arasında geçen, bir Müslüman erkekle bir Rum kızının imkânsız aşkını anlatırken yer yer köy ve köylünün sorunlarına değinmeyi de ihmal etmez. “Bahtiyarlık” adlı öyküde ise, köy ve şehir yaşamını karşılaştıran bir bağlam içerisinde medeniyet sorununu tartışır: Şinâsi köylerde “bahtiyar” olunacağını, Senâi ise bunun ancak şehirde olabileceğini düşünür. Köyün sorunlarını alafranga Senâi eleştirel bir gözle dile getirirken, bu sorunların çözümü için Şinâsi mücadele edecektir. Nâbizâde Nâzım’ın “Karabibik” adlı uzun hikâyesi ise, olayların baştan sona köy ortamında geçtiği ve kişilerinin yalnızca köylülerden seçildiği ilk edebî metindir. Hikâyeyi yazmaktaki amacını, “[h]akîkiyyûn mesleğinde yazılmış roman mütâlea etmemişseniz işte size bir tane ben takdim edeyim” (63) şeklinde açıklayan Nâbizâde Nâzım, olaylara mekân olarak köyü seçmiş olmasının nedenini ise şu sözlerle ifade eder:
Romanımın zeminini Anadolu köylerimizden intihâpta bir mütelâam vardır ki bu da köylülük, çiftçilik âlemlerinin yabancısı iseniz size o âlemler hakkında bir fikir vermiş olmaktır; vukuuâtıma zemîn-i cereyân olan yerlerde ahâlînin sûret-i maîşet ve meşguuliyyeti hakkında kâfi derecede mâlûmât bulacaksınız; lisanlarına da âşinâ olacaksınız. (64)
Nâbizâde Nâzım’ın “Karabibik” adlı hikâyesinde işlenen konuların tamamı köy ve köylüyle ilgilidir: Yoksulluk, toprak sorunu, hastalık, evlilik, tarlaların ekilmesi, köydeki çekişmeler, genç kız ve erkeklerin ilişkileri, okulsuzluk, cehalet, köy yaşamının durgunluğu, farklı dinlerden köylülerin ilişkileri, cinsel yaşam, tefecilik, sömürü, mahkemeler... Bu ilk örneklerin ortak özelliği, hiçbirinin köyü ve köylüyü sorunsallaştırmayı amaçlamamış olmasıdır. Köy ve köylüye ilişkin söylenenler somut bir bağlam içine yerleştirilmemiş, kimi zaman bir dekor olarak kullanılmıştır. Eleştirmenlerin değerlendirmelerinde görülen ana eğilimin köy ve köylü sorunlarına hangi metnin ne oranda yer verdiği sorusunun cevabını aramak olduğunu söylemek mümkün görünmektedir. 1930’lara dek geçen sürede yayımlanan romanlar köy ve köylünün sorunlarını şu ya da bu ölçüde dile getirmiş, ama köy ve köylünün sorunsallaştırılması ilk kez Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1932’de yayımlanan Yaban adlı romanıyla başlamıştır.

Küçük Paşa, köyün ve köylünün Osmanlı’nın son yıllarındaki hâlini olanca çıplaklığıyla ve çarpıcı bir dille aktarmış olmasına karşın, köy-konak ve köylü-kentli kavram çiftlerini metaforik bir anlatım düzeyinde ele almaktadır. Yazının bu bölümünde, Küçük Paşa’ya eleştirmenlerin ve tarihçilerin “köy edebiyatı” içinde verdiği yer saptanarak tartışmaya açılacak, yazarın köy ve köylü sorunlarını hangi metaforik çerçevede işlediği irdelenerek, literatürde geniş kabul görmüş yaygın kanılar sorgulanacaktır.

Eleştirmenler ve tarihçiler, Ebubekir Hâzim Tepeyran’ın Küçük Paşa adlı romanının, anlattığı olayların tamamı köyde geçiyor olmasa da işlediği ana temin köy ve köylü olduğu görüşünde birleşmektedir. Küçük Paşa’ya Türk edebiyatında tanınan “ilk köy romanı” unvanında bu uzlaşmanın doğrudan bir belirleyiciliği olduğu söylenebilir. Abdülkadir Hayber, Ebûbekir Hâzım Tepeyran adlı inceleme kitabında Küçük Paşa’nın “taşıdığı sanat ve edebiyat değerinden ziyade konusu ile dikkati çekmiş bir roman” (15) olduğunu söyleyerek, “en geniş şekliyle Anadolu köyü ilk olarak bu romanda yerini almıştır” görüşünü savunur.

Hayber’in de belirttiği gibi Küçük Paşa, ilk baskısının yayımlandığı yıllarda fazla ilgi görmemiş ama Cumhuriyet döneminde birdenbire gün yüzüne çıkarak adından sık söz edilen bir roman olmanın (15) yanısıra, yazarını da bürokrat kimliğini ikinci plana atacak derecede romanla özdeşleşen bir edebiyatçı konumuna yerleştirmiştir. Bunun nedenini “köy edebiyatı” adlı çığırın başlamasında bulan Hayber’e (16) katılmamak güçtür. Gerçekten de, romanın ikinci baskısının yapıldığı yıl olan 1946 yılı, Köy Enstitüleri’nin en parlak dönemi içinde yer almaktadır. Bu dönemde köy ve köylü temlerini işleyen romanlar ve hikâye kitapları ardı ardına yayımlanmaktadır: Reşat Enis (Aygen)’in Toprak Kokusu (1944), Cahit Beğenç’in Bizim Köy (1946), Halikarnas Balıkçısı’nın Aganta Burina Burinata (1946) adlı romanları bunlardan yalnızca üçüdür. Mahmut Makal’ın Bizim Köy (1950) adlı romanı ise “Köy Romanı” adıyla literatüre geçmiş olan edebî üretim furyasını resmen başlatan roman olarak kabul edilmiştir.

1946’da ikinci baskısı yapılana dek eleştirmenlerce pek dikkat çekmeyen Küçük Paşa hakkında bu tarihe kadar birkaç eleştiri yazısına rastlanmışsa da, bilinen yazılar 1940 sonrasına aittir. Hem bu dönemdeki hem de sonrasında yayımlanan yazılarda dile getirilen ortak görüş, eserin edebî bakımdan zayıflığıdır. Bu eleştiri yazılarında dile getirilen ortak görüş ile yazarın kitabın ilk baskısına yazdığı “Mukaddime”de romanın edebî değeri konusunda yaptığı şu açıklama arasındaki benzerlik dikkat çekicidir:
“Küçük Paşa” bir hikâye diye okunur ise san’at nokta-i nazarından pek çok ayıbı görülür; [...] “Küçük Paşa”da saded hâricindeki sözlerle hikâyenin ser-rişte-i cereyânı bi-d-def’ât ve bilâ-ihtiyâr elden kaçırılmıştır. [...] Fakat, ben: “O, saded hâricindeki hakikatları, [...] bu hikâyeyi tezyîn için değil; bu muhayyel hikâyeyi o hakikî elvâh-ı fâcianın hâtırı için yazdım.” diyemez miyim? Binâen aleyh kitâbın mevzû’-u hakikîsi bu saded hâricindeki sözler add olunuverirse sıklet-i kırâat tahaffüf eder sanırım.
Tepeyran’ın romanın asıl konusunun bu “saded hâricindeki hakikatlar” olduğunu söylemesine karşın eleştirmenlerin ısrarla, romanın edebî değerinin düzeyi ile romanda köy gerçeklerinin eleştirilme düzeyini bir karşıtlık içerisinde okumaya çabalaması bence eksik ve “Mukaddime” etkisinde bir değerlendirmedir. Roman hakkında yazılan yazılarda, metnin “saded hârici” parçalarının irdelenmediği, dikkatin yalnızca edebî özelliklere ve köy gerçeklerine yoğunlaştırıldığı görülmektedir.

1946 öncesinde yayımlanmış eleştirilere örnek vermek gerekirse, Süleyman Kazmaz 1941 yılında Yurt ve Dünya dergisinde yayımlanan “Eski Bir Köy Romanı” başlıklı yazısında Tepeyran’ın romanı hakkında şu yorumu yapar:
Muharririn, köy romanı yazmaktan ziyade geri ve bakımsız köyün dertlerini göstermekten ibaret olan maksadını tesbit ettikten sonra denebilir ki, roman, [...] bir sanat endişesiyle yazılmamıştır. Ancak birtakım vakalar zikredilmiş, birtakım neticeler üzerinde durulmuştur. Şu halde roman bir tahlil ve terkip değil, vakaların ve neticelerin tesbitinden ibarettir. (aktaran Hayber 16)
Süleyman Kazmaz’ın Küçük Paşa’yı yazarının önsözünden etkilenerek edebî bakımdan yetersiz bulduğu bu sözlerine paralel olarak, Mustafa Nihat Özön 1945’te yayımlanan Son Asır Türk Edebiyatı Tarihi adlı kitabında, Küçük Paşa’nın “saded hârici” kısımlarının metindeki “ahengi” bozduğunu söylese de romanın edebî değeri hakkında daha olumlu değerlendirmeler yapar:
Köylülerin hayatını, âdet ve duygularını yakından bilen bir kimse kudretiyle dar ve neşesiz bir hayatı, edebiyatımızda benzeri pek az bulunan bir müşahade ve tahlili ile tasvir etmiştir. Romanın bu kuvvetli inşası yer yer ve zaman zaman, muharririn kendini tutamayarak, bulunduğu uzun idare hayatından alınma itiyatlarla lâyıha tarzında kaydettiği istibdat idaresi kötülükleri ve zulüm tasvirleri yüzünden ahengini kaybetmektedir. Eserin bu zayıf noktaları bir tarafa bırakıldığı takdirde, tasvirlerdeki kuvvet ve kahramanların hayat ve hadiseleri görüşlerini anlatmaktaki gayrışahsilik o zamana kadar edebiyatımızda görülmedik bir tarzdadır. (aktaran Hayber 16-17)
Küçük Paşa’nın 1984 yılında yapılan üçüncü baskısına eklenen sayfalarda da, roman hakkında 1946 yılından sonra yayımlanmış eleştiri yazılarından alıntılara yer verilmiştir. Örneğin Tahir Alangu, romanı içeriği açısından değerlendirerek yazarının bürokrat kimliğini ve gözlem yeteneğini vurgular:
Köye ve köylüye “bilim-sanat” açısından çok, bir idare adamı görüşüyle bakmakla birlikte, bizde köye yönelen gerçekçiler arasında önemli öncülerden biri oldu. [....] Ebubekir Hazım’da çok güçlü bir gözlem yeteneği olduğu görülmektedir. (189)
Cevdet Kudret ise romanı “[g]erek çevrenin ve olayların anlatılışı, gerek kişilerin ruh hallerinin çözümlenmesi bakımlarından, eserde yer yer gerçekten başarılı noktalar vardır” (190) sözleriyle değerlendirirken, Mehmet Bayrak “[r]oman tekniği bakımından eksiğine karşılık eser, çevrenin ve olayların anlatılışı, kişilerin ruh durumlarının çözümlenmesi ve konu bakımından köy romancılığında yeni ve sayılı kilometre taşlarından biridir” (191) yorumunu yapar. Mehmet Ergün de “[İ]lk kez bu romanda konağın dışına taşıldığına, Anadolu halkının yaşam biçiminin kaba ama kesin çizgilerle yansıtılmaya çalışıldığına tanık oluyoruz” (191) görüşünü savunur.

Fethi Naci’nin Küçük Paşa’ya ilişkin değerlendirmeleri, içerdiği olumsuz tona karşın bürokrasi olgusuna dikkat çekici vurgulamalara da sahiptir. Fethi Naci, 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme adlı kitabının Küçük Paşa’ya ayrılmış sayfalarında şu görüşleri dile getirir:
Küçük Paşa’nın okunmaya değer kılan tek yanı, Ebubekir Hazım Tepeyran’ın yirminci yüzyılın başındaki Türk köyü ve Türk köylüsü üzerine gözlemleridir. [...] Bu arada bürokrasiye de eleştiriler yöneltir. [...] Köy toplumsal gerçekliğini bütün ayrıntılarıyla [...] veren romanda köy insanlarının psikolojik gerçekliği yoktur. Köylülerin konuşmalarını köylü ağzıyla vermek ilginç bir çaba, ama bu çaba fazla bir şey katmıyor romana. Ebubekir Hâzım Tepeyran, belgeselden uzaklaşıp “roman yazmağa” başlayınca Küçük Paşa okunmaz hale geliyor. (266-67)
Tepeyran’ın torunu Oktay Akbal, Küçük Paşa’nın 1984’teki üçüncü baskısının başına eklediği “Küçük Paşa Anıları” başlıklı giriş yazısında (6-9), romanın ilk baskısını dedesiyle birlikte sadeleştirme sürecini ayrıntılı olarak anlatır. Bu çalışma sırasında Tepeyran’ın romanın özgün halindeki birçok bölümü gereksiz bularak attığını söyleyen Akbal, askere alma, askere giden delikanlının ailesinin durumu gibi gerçeklerden söz eden bu parçaların da ilginç olduğunu, romanın akışını bozsa da belgesel değer taşıdığını belirtir. Sonuçta ortaya çıkan kitabı Tepeyran hiç beğenmez ama birkaç eleştirmenin güzel yazıları sayesinde “son yıllarında kalıcı bir yapıt vermenin huzurunu” duyar az da olsa. Akbal, dedesinin Küçük Paşa’yı edebî bir eser saymadığını, köy gerçeklerinin sergilenmesi için yazdığını belirtir.

1984’teki üçüncü baskısına dek yapılan eleştiriler arasındaki benzerlik, Küçük Paşa’nın literatürde yaygın kabul görmüş bir konumu olduğunu göstermektedir. 1984 sonrasında yapılan incelemelerde ise, kimi farklı bulgulara rastlanmasına karşın bu yaygın görüşün dışına çıkıldığı söylenemez. Bu son dönemde yapılan ve Küçük Paşa’nın köy ve köylü bağlamında okunması doğrultusundaki iki ayrıntılı çalışmadan biri Abdülkadir Hayber’in Ebûbekir Hâzım Tepeyran adlı kitabı, diğeri ise Ramazan Kaplan’ın Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Köy adlı kitabında romana ayrılan sayfalardır (33-44).

Hayber, kitabının “Küçük Paşa’nın Tahlili” başlıklı bölümünde (58-74), Küçük Paşa’yı “zıtlıklar üzerine kurulmuş olan bir roman” (58) olarak nitelendirerek, bu zıtlıkların köy ve konağın buluşmasını sağlayan rastlantılara bağlı olarak ortaya çıktığını belirtir. Bu zıtlıkları mekân düzeyinde İstanbul-Anadolu ve konak-köy, insan düzeyinde şehirlililer-köylüler, yönetsel düzeyde ise Sadrazam- köylü halk (59) olarak sıralayan Hayber’e göre Tepeyran, “romanında birbirinden farklı cemiyetlere mensup insanları karşı karşıya getirir” (64). Yazarın şehir ve köy toplumunu karşılaştırarak “birbirinden çok farklı iki mekân” (70) üzerinde durduğunu belirten Hayber, “[y]azarın gayesi köyün içinde bulunduğu durumu ve köylülerin çilesini anlatmak olduğu için, aslî mekân olarak köy ve çevresini seçmiştir” (69) yargısına varır. Bu yargısıyla Hayber, roman hakkındaki yaygın değerlendirmeyi paylaşır konuma yerleşmektedir.

Kaplan da yazarın “daha romanın başlangıcında çizdiği köy tablosuyla, bütün dikkatini köy ve köylü üzerinde yoğunlaştıran bir tutum içinde” (38) olduğunu söyleyerek Hayber’le aynı noktada buluşur. Küçük Paşa’da ele alınan sorunların “o dönem Anadolu köylerinin hepsinde görülebilecek ortak meseleler” (39) olduğunu belirten Kaplan, romanda “bu türden meselelerin ön plâna çıkmasında, yazarın idarecilikten gelen gözlem ve tecrübelerinin etkili olduğu[nu]” (39) savunur. Hayber’in vurguladığı “zıtlık” olgusundan Kaplan da “karşılaştırma” adıyla söz eder: “Yazar, Salih’in dramını yaşadığı farklı çevrelerin özelliklerini vererek açıklamaya çalışır. Bunun için İstanbul’un paşa konağıyla fakir bir köylü evi karşılaştırılır” (41).

Hayber ve Kaplan’ın çalışmalarında “zıtlık”, “karşılaştırma” gibi kavramlar aracılığıyla yapılan bulguların eser hakkında bugüne dek yapılan değerlendirmelerden farklı bir yönelime işaret ettiği, fakat vardıkları yargıyla iki araştırmacının da yaygın görüşü paylaştıklarını düşünülebilir.

Fethi Naci, Tepeyran’ın ikinci baskıya yazdığı “Bir İzah” başlıklı yazıda, “sadet harici sahifeler” çıkarıldığı için “[bu baltalama ameliyesiyle kitabın altıda biri çıkarılmış gibidir” dediğini aktarır (100 Soruda Türkiye’de Roman… 265). Akbal’ın da anlattığı bu işlem sonunda yazarın ortaya çıkan kitabı beğenmediği dikkate alınırsa, Küçük Paşa’nın yalnızca “köy romanı” ölçütüyle irdelenerek edebiyat tarihinde bir yer verilmesi eksik bir değerlendirme olacaktır. Tepeyran’ın “Mukaddime”de belirttiği gibi, “kitâbın mevzû’-u hakikîsi bu saded hâricindeki sözler add olunuverirse” (8), romanın yalnızca köy ve köylü temleri çevresinde değil de daha geniş bir bağlamda okunması verimli bir çaba olabilir.

Taşra kökenli olup Niğde’deki küçük bir memuriyetten Dahiliye Nâzırlığına kadar yükselen Tepeyran’ın memuriyet yaşamında görev yaptığı kent ve kasabaların Osmanlı coğrafyasındaki konumları göz önüne alınırsa, yazarın aydın kimliğinin oluşumunda, bu coğrafyanın geniş sınırlarına uzanan tanıklıklarından edindiği bir toplumsal bilincin etkili olduğu yorumu yapılabilir. Diğer bir deyişle, Tepeyran’ın bürokrat kimliği ile aydın kimliği arasında bir gerilimin varlığından söz edilebilir. Bu gerilimin bir yanında, modernleşme yanlısı bir aydının Anadolu insanının sorunlarına “eşitlik”, “özgürlük” gibi, Osmanlı aydını için yeni kavramlar aracılığıyla eleştirel bakışı; diğer yanında ise, modernleşme projesine öncülük görevini yerine getirmede yetersiz kaldığı düşünülen merkezi iktidarın güçsüzlüğüne yöneltilen ve “devleti kurtarma“ peşindeki tipik bir Osmanlı bürokratının “devletçi” tutumu bulunmaktadır. Bu argümanın geçerliliği, Tepeyran’ın Hatıralar’ı okunduğunda daha açık bir biçimde görülecektir.

Küçük Paşa’nın derin yapıda, II. Abdülhamit iktidarına yönelik güçlü bir eleştiriyi içerdiğini söylemek mümkündür. Fethi Naci de, “[r]oman İkinci Meşrutiyet’ten iki yıl sonra yazıldığı için Ebubekir Hâzım Tepeyran, büyük bir gönül rahatlığıyla, ‘istibdat’ eleştirisi yapabiliyor” (265) sözleriyle bu olguya dikkat çeker. Küçük Paşa’da bu eleştiri, roman kişileri aracılığıyla metaforik bir anlatım düzeyinde gerçekleşmektedir: Suat Paşa’nın “kısır” karısı Naime Hanım ve köydeki üvey ana “Haçca”, “Küçük Paşa” Salih’in trajik sonuna giden yolu açan “kötü”lükleriyle, İstibdat döneminin padişahı II. Abdülhamit’in metaforları olarak okunabilirler. Romanda bu metaforun kadın kişilikler aracılığıyla kurulmuş olması dikkat çekicidir.

“Küçük Paşa zıtlıklar üzerine kurulmuş olan bir romandır” (58) sözüyle ifade ettiği öncülünün kaynağındaki “uzaklık” olgusu Hayber’in, İstanbul ve Niğde arasındaki uzaklıkla doğru orantılı gördüğü konak-köy, kentli-köylü, yöneten-yönetilen şeklinde örneklenebilecek karşıtlıklar zincirinin anahtar sözcüğüdür. Uzaklık kavramının yalnızca bu ve benzeri karşıtlıkları değil, Tepeyran’ın aydın kimliğinin oluşumunda belirleyici bir işleve sahip bir “kopukluk” düşüncesini, “devlet” ve “halk” kopukluğunu da simgelediği söylenebilir.

Küçük Paşa’nın köye bakışı daha ilk satırlarda kendisini göstermektedir. Tepeyran’ın anlattığı Anadolu köyü, “[b[ir buçuk yıl evveline kadar müstebit hükûmetin asker almak, vergi tarh ve tahsil etmek lâzım geldikçe hatırladığı köylerden biri”dir (11). Bu cümledeki “bir buçuk yıl” ifadesi, romanın yazıldığı 1910 yılının siyasal “özgürlük” algısının metne sızışının ilk işaretidir. Yazar, ana öyküyü II. Abdülhamit döneminin içine yerleştirmiş, Salih’in trajedisini “istibdat”ın metaforu olarak kurgulamıştır. Fotoğraf karesini andıran ve doğaya kaçış hissini uyandıracak pastoral bir doğa betimlemesi içinde köy gerçekliğinin bir yerleşim planlamacısının objektifinden yansıyan keskin konturları (Tepeyran’ın valilik yaptığı vilayetlerde şehir planlamasına ve bayındırlık hizmetlerine özel bir önem verdiği, Hatıralar’ından bilinmektedir) çok geçmeden kendini gösterir, köylünün yaşayışı ve dış görünüşü doğalcı bir biçemle anlatılır (bu biçemin metnin tamamında etkisini yitirmeden sürdüğü görülecektir).

“1312 yılı şubatının son günlerinden” (14) birinde köy içinde “kendi başına gezinen tuhaf kıyafetli” (16) Salih’in “ancak sekiz - dokuz yaşlarında bir çocuk” (16) olduğunun belirtilmesi, köyde yaşayan yaşlı zaptiyenin “[b]u, iki yıl önce istanbul’dan gelen çocuk değil mi?” (20) sorusu, Salih’in annesi Selime’nin Nişantaşı’ndaki konağa sütnine olarak götürülmesini emreden telgrafın “[d]okuz yıl önce” (21) çekildiği ifadeleri, Salih’in dokuz yıllık ömrünün 1303-1312 [1887-1896] yılları arasında yaşandığını göstermektedir. II. Abdülhamit döneminin jurnalciliği romanda, Salih’in babası Keleşoğlu Ali ile konakta uşaklık yapan köylüsü Kâmil Ağa arasındaki konuşmada geçen “kuyruklu yıldız” (23) ibaresinin “[b]u havalide gece gündüz her kıyafetle dolaşan sivil memurlardan birisinin kulağına” (23) çarpması ile ifade edilir. Bu dönemdeki sansür ise, “[g]azete, kitap yasağına dair hiç eksik olmayan şifre, açık telgraflar, hep vilayet vasıtasıyle gelirdi” (21) ifadesinde görülebilir. Tepeyran’ın Dedeağaç Mutasarrıflığı görevinden bir jurnalle azledilerek Musul Valiliğine, oradaki başarılı çalışmalarının da yine bir jurnalle kesilerek Şûrâ-yı Devlet azalığına atanması olayları, II. Abdülhamit dönemindeki jurnalciliğin yazarın memuriyet yaşamını ne oranda etkilediğini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Küçük Paşa’nın dokusunda, yazarının “kötü” bir iktidar döneminde yaşadığı olumsuz olayların izleri vardır.

Romanda köylü ile asker arasında kurulan özdeşlik ilişkisi, yazarın köylüye bakışını açığa çıkartan bir başka göstergedir. Küçük Paşa’nın anlatıcısına göre, 19. yüzyıl sonu Osmanlı köylüsü “müstebit hükûmetin asker almak, vergi tarh ve tahsil etmek lâzım geldikçe hatırladığı” (11) bir iktisadi birim ve askerî güç kaynağıdır. Romanda köylünün askerî güç kaynağı ve köyün de iktisadi birim olarak görülmesi olgusu, Keleşoğlu Ali’nin, karısı Haçca’ya söylediği “ya Rumeli’ye gideceğiz, ya Yemen ellerinde Veyselkarani çöllerini boylayacağız” (132) sözlerinde kendini gösterir. Anlatıcı bu sırada devreye girerek,
O zamanlar Yemen seferlerinin her türlü çekilmez sefaleti malûm olduğundan, taburların gitmek istememeleri gibi geçmiş bazı kötü hadiselerin tekrarlanmasından korkularak gidecekleri yer gizli tutulmuş, bu askerlerin Akdeniz iskelelerinde tayin olunan yerlerden vapurlara bindirilmesi emrolunmuştu. (135)
açıklamasını yapar. Tepeyran, köylünün sık sık askere alınmasının köyün iktisadi gücünün zayıflayışını köylü ailelerin erkeksiz kaldıklarında yaşadıkları geçim sıkıntısı ve vergileri ödemedeki güçlüklerini dile getirerek uzun uzun anlatır. Devlet’in de köylünün zihnindeki anlamı bu bağlamda oluşur: “Devlet nedir?” (34) sorusuna Salih’in annesi Selime, “[b]unu herkes bilir: Köylerden vergi, asker alır; fakat kendisi gelmez; kuduz gibi zaptiyeleri saldırır, zift gibi yapışkan tahsildarlar gönderir” (34) cevabını verir.

Küçük Paşa’da, Suat Paşa’nın sağlığındaki “konak yaşamı”, “ideal devlet” düzeninin metaforu olarak işlev görür. Salih’in Haldun’a öykünerek Suat Paşa’nın kucağına çıkmasına Dilber dadının tepkisi karşısındaki müdahelesi, konaktaki “eşitlikçi” yaşantıyı yöneten “ideal yönetici” Suat Paşa’nın şu sözleriyle sonuçlanır:
Köylü-şehirli insanlar birdir, dedi. Allahın indinde bir Müşir Paşa ile bir asker neferinin değil, −çünkü askerlik büyük şeydir− bir dilencinin farkı yoktur. [...] Bundan böyle çocuğun yanıma gelip gitmesine, Paşa Baba demesine sakın ilişik etmeyiniz; hatta cümleniz şahit olunuz, ben onu evlâtlığa kabul ettim; hakkında öz evlâdım gibi muamele ediniz. (38-39)
Salih’e “Küçük Paşa” unvanını kazandıracak olan bu sözler, Tanzimat sonrasının yeni aydın kimliğinin kurucu kavramlarından “eşitlik” kavramına göndermede bulunmanın yanı sıra, “Allahın indinde”ki “eşitliğin”, geleneksel Osmanlı toplumunun cemaat imgesini de betimlemektedir. Osmanlı’da mülkün tek sahibi ve hamisinin padişah olduğu gerçeğiyle desteklenebilecek bu saptamadan hareketle, bu sözlerin Tepeyran’ın “devletçi” bürokrat kimliğinin, edebî üretimine yansımalarından biri olarak okunması olanaklıdır.

Salih’in trajedisi de bu “ideal düzen”in Paşa’nın ölümünün ardından bozulmasıyla başlar. Konağın büyük hanımefendisi Naime Hanım, Paşa’nın Salih’i himaye etmesine tahammülsüzlüğünün etkisiyle “Küçük Paşa”yı köyüne geri gönderir. Tepeyran bu noktada, Naime Hanım’ın tepkisini bir yanıyla somut gerekçelerle açıklarken, bir yandan da onu konağın “kötü yöneticisi” konumuna yerleştirerek “istibdat”ın metaforuna dönüştürür. Naime Hanım’ın hamile kalamamasının nedeni aslında Suat Paşa’nın kısırlığı olduğu halde, konaktaki düzen bu gerçeği kabul edecek bir düzen değildir ve Naime Hanım’ın kısır olduğu kabul edilmiştir. Naime Hanım’ın bu gerçekliğe karşı koyması olanaksızdır:
Naime Hanım şöyle düşünüyordu: Ölen ilk karısından da çocuğu olmadığına nazaran kısırlık kusuru, kendisinde değil, Paşa’da idi; fakat, bunu herkes bilir mi? [...] “Kısırlık kusuru Paşa’dadır” diye konağın kapısına bir levha asılamayacağına göre, bu uğursuz çocuk: ‘Hanımefendi kısırdır, Hanımefendi kısırdır’ diye mücessem bir ilan gibi daima içerde, dışarda dolaşıp duracak. (40-41)
Öte yandan, Naime Hanım’ın Paşa’nın kısırlığının bir sonucu olarak gördüğü “himaye” olayı, Paşa’nın mirasına Salih’in de ortak olmasına neden olacaktır. Naime Hanım’ın Salih’e verilen “Küçük Paşa” unvanının hak edilmiş bir unvan olmayıp yalnızca Paşa’nın kısırlığının bir sonucu olduğunu düşünmesi ve bu durumun Paşa’nın mirasında hakkı olmayan yeni bir vâris yaratacağı endişesine kapılması, Naime Hanım’ın bilincinin geleneksel Osmanlı düzeninin metaforu olarak okunmasını da olanaklı kılmaktadır. Bu düzende bir köylü, olsa olsa padişahın mülkünün bir iktisadi birimi ve askerî güç kaynağıdır; bu düzenin metaforu olan konak düzeninin –ki, konak yaşamının saray yaşamını model aldığı Osmanlı araştırmaları literatüründe sıklıkla dile getirilen bir saptamadır- “eşitlik” gibi “yabancı” bir kavramın etkisi altında bozularak köylüye “birey” statüsü kazandırması kabul edilebilir bir sonuç değildir.

Naime Hanım’ın Suat Paşa’nın kısırlığını geleneksel düzenin bozulmasının ana nedeni olarak görmesine karşın, Suat Paşa’nın Salih’i, “eşitlik” kavramını odağa alarak evlat edinmiş olması dikkat çekicidir. Bu kavramsal bağlamın, Tanzimat sonrası modernleşme sürecindeki söylem farklılıklarını da yansıttığı söylenebilir. Batılılaşma karşısında Ahmet Midhat Efendi’nin gelenekçi tutumu ile Nâmık Kemal’in modernist kavramları İslamiyet ile uzlaştırma çabası gelenekçilerle yenilikçiler arasındaki kesişim alanının sınırlarını belirlemektedir. İmparatorluğun kötü yönetildiğini düşünen Yeni Osmanlılar iktidara aday seçkinler olarak mücadele ederken merkezî iktidarın gücünü yeniden kazanmasını sağlamayı amaçlamışlardı; bunun için de daha geniş bir taban arayışına girerek toplumsal sorunlara daha geniş ölçekte ilgi duymuş, “eşitlik”, “özgürlük”, “insan hakları” gibi kavramları bu mücadelede kullanıma sokmuşlardı. Tepeyran, kırk yılı aşan bürokrasi deneyimini böyle bir ortamda gerçekleştirmişti; onun aydın kimliğini kuran kavramlarla Yeni Osmanlılar’ın kullanıma soktuğu kavramlar arasında örtüşmeler vardı. Devletin gücünün restorasyonunun bu yeni kavramlar aracılığıyla gerçekleştirilmesi hedefini Tepeyran da paylaşmaktaydı. Görev yaptığı vilayet ve kasabalarda hem modern bir yaşam için şehircilik çalışmalarına girişmiş, hem de halkın günlük yaşamını etkileyen, dinsel, ekonomik, eğitsel sorunların çözümü için çaba göstermiştir. Küçük Paşa’nın Sadrazam Suat Paşa’sı da, Selime’nin cehaleti karşısında “müteessir” (35) olarak “...bütün köylerimizde mektepler tesis ve küşadile nimeti maarifin tamimi, islam akidelerinin halelden masun olarak muhafazası esbabının istihsali...” (35) emrini vermiştir. Küçük Paşa’nın anlatıcısı, “bütün Osmanlı ülkesindeki köylülerin” (35) Selime kadar cahil olduğunu düşünmekte, “[g]eçen devirlerde “Güzarı maarif” kesildiğini yazmadık kalem kalmamış olan İmparatorluğun −hazır haline nazaran, birkaç büyük şehirden, beş on küçük kasabadan başka yerlerinde− Maarif gülünün henüz bir tek filizi bile yeşillenmeye başlamamıştı” (36) demektedir.

Sonuç Yerine

Cehalet, eğitimsizlik, insan hakları, eşitlik, evlilik sorunları, kadın hakları, boş inançlar gibi temler yalnızca köyü ve köylüyü anlatan değil, Tanzimat sonrası ilk örneklerinden başlayarak Türk romanının sürekli işlediği temler olmuşlardır. Şemseddin Sami’den başlayarak Cumhuriyet dönemi yazarlarına uzanan süreçte bu temleri işleyen çok sayıda roman yazılmıştır. Daha açık bir deyişle, Ahmet Midhat Efendi’nin “Bir Gerçek Hikâye”sinden başlayarak köyü ve köylüyü anlatan edebî metinlerde dile getirilen sorunların büyük bir kısmı, konusu İstanbul’da geçen romanların da başlıca temleri arasında yer almıştır. Dolayısıyla, hangi ölçüde olursa olsun köy ve köylüyü işleyen bu ilk dönem hikâye ve romanların köyü ve köylüyü gerçekten sorunsallaştırdığını söylemek geçerli bir önerme olmayacaktır.

Küçük Paşa’yı da bu bağlamın dışında değerlendirmek mümkün görünmemektedir. Tepeyran’ın hem “devletçi” bürokrat kimliği hem de “modernleşmeci” aydın kimliği bu romanın dokusunda derin izler bırakmıştır. Küçük Paşa’ya yöneltilen eleştirilerin ortak paydasında yer alan “edebi açıdan zayıf” ve “köye en geniş ölçekte yer veren roman” şeklindeki değerlendirmelerin, doğru olmakla birlikte eksik olduğunu söylemek olanaklı görünmektedir. Modernleşmeci bir aydının devletçi bürokrat kimliğinden etkilenmiş kaleminden çıkan bir roman olan Küçük Paşa’nın, yalnızca “köy ve köylü” bağlamında değil, daha geniş bir ölçeğe sahip “Osmanlı modernleşmesi” bağlamında okunması bugüne dek yapılan çalışmalardan daha verimli bir çalışma olacaktır.

Kaynaklar

Ahmet Midhat Efendi. “Bahtiyarlık”. 1302/1886. Letaif-i Rivayat 282-337.
Ahmet Midhat Efendi. “Bir Gerçek Hikâye”. 1293/1877. Letaif-i Rivayat 225-243.
Ahmet Midhat Efendi. Letaif-i Rivayat. Haz. Fazıl Gökçek ve Sabahattin Çağın. Edebî Eserler 1. İstanbul: Çağrı Yayınları, 2001.
Akbal, Oktay. “Sunuş”. Tepeyran, Hatıralar V.
Akbal, Oktay. “Küçük Paşa Anıları”. Tepeyran, Küçük Paşa. 1984. 6-9.
Akıncı, Gündüz. Türk Romanında Köye Doğru. Türk Edebiyatı Serisi 17. Ankara: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayımları, 1961.
Akyüz, Kenan. Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri: 1860-1923. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1995.
Fethi Naci. 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme. 100 Soruda Dizisi 50. İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1990.
Findley, Carter V. Kalemiyeden Mülkiyeye: Osmanlı Memurlarının Toplumsal Tarihi. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1996.
Findley, Carter V. Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform: Bâbıâli (1789-1922). İnceleme-Araştırma Dizisi 25. İstanbul: İz Yayıncılık, 1994.
Hayber, Abdülkadir. Ebûbekir Hâzım Tepeyran. Türk Büyükleri Dizisi 97. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1988.
Kaplan, Ramazan. Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Köy. Kaynak Eserler 32. Ankara: Akçağ Yayınları, 1997. 3. Baskı.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri. Yaban. 1932. Yakup Kadri Karaosmanoğlu Bütün Eserleri Dizisi 1. İstanbul: İletişim Yayınları, 2001.
Nâbizâde Nâzım. “Karabibik”. 1890. Hikâyeler 61-98.
Nâbizâde Nâzım. Hikâyeler: Külliyât II. Haz. Aziz Behiç Serengil. Ankara: Dün-Bugün Yayınevi, 1961.
Özön, Mustafa Nihat. Son Asır Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul: Maarif, 1941
Tepeyran, Ebubekir Hâzim. Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları. İstanbul: Çağdaş, 1982.
Tepeyran, Ebubekir Hâzim. Canlı Tarihler. İstanbul: Türkiye Yayınevi, 1944.
Tepeyran, Ebubekir Hâzim. Hatıralar. Haz. Faruk Ilıkan. Alaattin Eser Kitaplığı 12. Telif Eserler 3. İstanbul: Pera Turizm ve Tic., 1998.
Tepeyran, Ebubekir Hâzim. Küçük Paşa. İstanbul: Ahmet İhsan ve Şürekası Matbaacılık Osmanlı Şirketi, 1325/1910.
Tepeyran, Ebubekir Hâzim. Küçük Paşa. 1946. Yeni Dizi 23. İstanbul: DE Yayınevi, 1984.
Tepeyran, Ebubekir Hâzim. “Mukaddime”. Küçük Paşa (1910) 5-11.
Tepeyran, Ebubekir Hâzim. Zalimane Bir İdam Hükmü. İstanbul: y.y., 1946.
Uşaklıgil, Halit Ziya. Kırk Yıl: Anılar. Haz. Şemsettin Kutlu. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1987.

1 Nisan 2003 Salı

Nâzım Hikmet'in Kuvâyi Milliye'sinde köylüye toplumcu gerçekçi bakış

Littera dergisinin Nisan 2003 sayısında yayımlanan yazım.
Summary

Regarding the ideological position of village and peasantry themes in Turkish politics and literature, we can say that there is a close relation between populism/peasantism ideological discourse and socialist realist literature. Famous Marxist poet Nâzım Hikmet, in Kuvâyi Milliye, conceived of peasants not only as an abstract image, but also individuals acting in a historical reality. His poem titled “Türk Köylüsü” describes a peasant image derived from folk-literary figures and the mystical poet Yunus Emre himself. Despite this way of expressing historical facts independent from time, peasants in Kuvâyi Milliye are also narrated as individuals changing within the historical reality of National Independence War. The meaning of this two different approaches may be found in dialectical and historical materialism, two principles of Marxism. Imagining the peasant characters as historical subjects and also emphasizing onto their social classes, Nâzım Hikmet interpretes the National Struggle (Millî Mücadele) in terms of Marxism. He refused both the peasantist and nationalist discourses denying class-based ideologies. Moreover, the definition of realism that can be seen in his letters discussing the problems of socailist realism also indicates his approach to the relation between lietarture and ideology. He emphasizes the dialectics of interaction between form and content of a literary text. The textual analysis presented in this article shows that Kuvâyi Milliye strongly reflects his realism. As a conclusion, we can say that in Kuvâyi Milliye, peasants represent not only the frontiers of National Struggle, but also a historical subject of a social transformation process including class conflicts.

Özet

Nâzım Hikmet, Kuvâyi Milliye’de köylüyü hem soyut bir imge olarak, hem de tarihsel gerçeklik içinde eylem yapan tekil kişiler olarak işlemiştir. Nureddin Eşfak’ın “Türk Köylüsü” şiirinde biçimlenen ve dil düzeyinde anlam kazanan köylü imgesi, tarihin akışına ve olgulara zamanın dışından bakan bir “üst bilincin” ürünüdür. Nâzım Hikmet, “Türk Köylüsü”nde yarattığı bu köylü imgesini, Marksist dünya görüşüne bağlı bir bakış açısıyla somutlaştırarak, tarihsel gerçeklik içerisinde dönüşen somut bireyler olarak da anlatmıştır. Soyut köylü imgesi ile somut köylü kişilerin hikâyeleri arasındaki ilişki, yazarın toplumcu gerçekçi sanat anlayışına uygun olarak, diyalektik materyalist ve tarihsel materyalist açıdan yorumlanmıştır. Ulusal bağımsızlık mücadelesi sürecinde birer tarihsel özneye dönüşen kişilerin sınıfsal konumlarına yapılan vurgu, Nâzım Hikmet’in halkçılık/köycülük ile ulusalcılık arasındaki ilişkiyi nasıl yorumladığını da gösterir. Nâzım Hikmet, dönemin sol edebiyat çevrelerinde yaygın olan köylü romantizmi ve hayranlığından da, sınıfsal sorunu ikincil konuma iten ulusalcı tutumdan da uzak durmayı tercih etmiş bir yazardır. Onun toplumcu gerçekçi sanat anlayışının iç sorunlarına ilişkin düşünüş sürecinden çıkardığı “gerçekçilik” anlayışı, sanat ve siyaset arasındaki ilişkiye bakışını da açıklar niteliktedir. Biçim ve içerik arasındaki ilişkinin diyalektiğine merkezî bir rol yükleyen bu anlayışın, bu çalışmada yapılan metin çözümlemesinde de görüldüğü gibi, Kuvâyi Milliye’nin biçimi ve içeriği arasındaki ilişkiyi de belirlediğini söylemek mümkündür. Nâzım Hikmet’in Kuvâyi Milliye’sinde köylüler, hem bağımsızlık savaşının öncü gücünü temsil ederler, hem de sınıf çatışmalarını barındıran bir tarihsel sürecin öznelerine dönüşürler. Nâzım Hikmet’in köylüyü bu biçimde kavrayışı, onun Marksist dünya görüşüne ve toplumcu gerçekçi sanat anlayışına uygun bir kavrayıştır.

Nâzım Hikmet’in Kuvâyi Milliye’sinde köylüye toplumcu gerçekçi bakış

Köyün ve köylünün Türk siyaseti ve edebiyatında edindiği konum ideolojik açıdan okunduğunda, halkçılık/köycülük siyaseti ile toplumcu gerçekçi edebiyat arasında organik bir ilişki olduğu görülür. Bu ilişki, özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kemalistler ile sosyalistleri birbirine yaklaştıran ulusalcı söylemin bağlamını da biçimlendirmiştir. 1925-1940 yılları arasında Marksizmin kuramsal metinlerine oldukça sınırlı bir erişimi olan “sosyalist edebiyat” çevresi kendini Komintern’in ulusalcılık politikalarına bağımlı kılmış ve bunun bir sonucu olarak da Kemalist rejimin jakoben kanadıyla “ortak-yaşarlık” (Oktay 26) içinde olmuştur.

İlk yapıtlarını böyle bir çevrede üreten Nâzım Hikmet, dönemin diğer “sosyalist” yazarlarıyla karşılaştırıldığında, Marksizm hakkında daha güçlü bir kuramsal birikime sahipti. Bu birikimde, SSCB’deki rejimi bizzat yerinde tanımasının yanı sıra, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi, KUTV’da gördüğü eğitimin de etkisi olduğu açıktır. Şiirinin ilk döneminde, SSCB’de tanıştığı fütürizm ve konstrüktivizm akımlarının etkisinde yeni biçim denemeleri yapmıştır. Siyasal söylev üslubunun egemenliğindeki 835 Satır (1929) adlı yapıtı, Nâzım Hikmet’i, dönemin Türk edebiyatında “avangart” konumuna taşımıştır. Etkin siyasal eylemiyle de dikkat çeken Nâzım Hikmet, Komintern kararlarını eleştirme özgürlüğü istediği için, Troçkistlik suçlamasıyla 1932’de TKP’den uzaklaştırılmıştır. Bu olayın ardından, yapıtlarına yansıyan katı siyasal tutumunu yumuşatmakla kalmamış, toplumcu gerçekçilik hakkında uzun süreli bir arayış sürecine de girmiş ve bakışını güncel siyasetten tarihsel gerçekliğe çevirmiştir.

Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı (1936), Nâzım Hikmet’in, tarihsel gerçekliği ulusal boyutta kavramaya yöneldiği arayış sürecinin ilk ürünüdür. Tasavvuf, Divan ve Halk edebiyatı eksenlerinde gelenek ve tarih ile kurduğu yoğun bağ nedeniyle eleştirmenlerin Nâzım Hikmet şiirinde bir dönüm noktası saydığı Bedreddin Destanı, TKP çevresinden tepki almış; şair “milliyetçilik” ile suçlanmıştır. Etkin siyasetten dışlanan Nâzım Hikmet, Bedreddin Destanı’nın “sol” kesimden tepki alacağını tahmin ederek, yapılacak “milliyetçilik” suçlamalarına yanıt olmak üzere, yapıtın yayımlanmasından beş gün sonra, “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’na Zeyl: Milli Gurur” başlıklı bir “ek” de yayımlamıştı. Beş sayfalık bu ekte, Nâzım Hikmet, Bedreddin Hareketi'nden duyduğu “millî gurur”u şu sözlerle ifade ediyordu:
Evet, biraz da millî bir gurur duyuyorum. Tarihinde Bedreddin hareketi gibi bir destan söyliyebilmiş her milletin şuurlu proleteri bundan millî bir gurur duyar. Evet, Bedreddin hareketi aynı zamanda benim millî gururumdur. Millî gurur! (“Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’na Zeyl: Milli Gurur” 270)
“Millî gurur” duygusunun sosyalistlikle çelişmediğini göstermek için “beynelmilelci” (271) Lenin’den alıntılar da yapan Nâzım Hikmet, 1938’de başlayan ve 12 yıl süren uzun mahpusluk döneminin ilk yıllarında yazdığı Kurtuluş Savaşı Destanı’nda (1965), sonraki adıyla Kuvâyi Milliye’de (1968), Anadolu köylüsünü ulusal bağımsızlık savaşının tarihsel gerçekliği içinde kavramayı amaçlamıştır. Anadolu gerçekliğiyle 1921’de, henüz 19 yaşındayken, “millî mücadele” saflarına katılmak üzere çıktığı Ankara yolculuğunda karşılaşan Nâzım Hikmet’in şiirine köylü ilk kez, 1938 yılında yazdığı “Türk Köylüsü” başlıklı şiiriyle girmiştir. 1 Şubat 1943’te karısı Piraye’ye yazdığı bir mektupta “[h]ayatımın ilk büyük eseri” (Fuat 346) diye nitelendirdiği Memleketimden İnsan Manzaraları (1965-1967) adlı yapıtında ise Türk köylüsünü sınıfsal bir bağlama yerleştirmiştir.

1. Türk edebiyatında toplumcu gerçekçiliğin ideolojik arka planı

Nâzım Hikmet şiirinde köylünün toplumcu gerçekçi açıdan işlenişini irdelemeye geçmeden önce, halkçılık/köycülük ile toplumcu gerçekçilik arasındaki organik ilişkinin ideolojik arka planını göstermek gerekmektedir. M. Asım Karaömerlioğlu, “Tek Parti Döneminde Halkçılık” ve “Türkiye’de Köycülük” başlıklı, birbirini tamamlar nitelikteki yazılarında, her iki ideolojinin de tarihsel ve kuramsal çerçevesini belirlerken, halkçılığın ilk kez Cumhuriyet döneminde gündeme gelmiş bir düşünsel ve siyasal olgu olmadığını vurgulayarak, 1908 öncesinde Jön Türkler'in, biraz da II. Abdülhamid rejimine karşı zorunluluktan, halkı yanlarına alma çabası içinde olduklarını öne sürer (272). Halkçılığın ortaya çıkışıyla modernleşmenin doğurduğu yeni aydın sınıfı arasında bir ilişki olduğunu belirten (273) Karaömerlioğlu’na göre, Cumhuriyet dönemindeki halkçılık anlayışının en belirgin özelliği “hakimiyet-i milliye” kavramında somutlaşmıştır (275). Tek Parti dönemi halkçılığının elitist ve tepeden olduğunu, ayrıca köycülüğün bu dönem halkçılığının bir bileşenini oluşturduğunu (283) belirten Karaömerlioğlu, köycülük ile halkçılık arasındaki bu ilişkide, “yeni rejimin asıl tabanının artırılması kaygılarının önemli bir yeri” (285) olduğuna dikkat çeker. Karaömerlioğlu, ayrıca, köylülüğün hem devrimci hareketlerce “temel güç” kabul edildiğini, hem de siyasal iktidarını pekiştirme çabasındaki rejimler için sınıf vurgulu bu hareketlere karşı bir panzehir işlevi gördüğünü belirtir (285). Köylülüğe atfedilen çift yönlü işlevselliğe benzer bir işlevselliğin halkçılık için de geçerli olabileceğini düşünen Karaömerlioğlu’na göre, “halkçı söylem ve hareketler, çeşitli ideolojilere eklemlenmiş biçimde bulunabilmektedirler” (272).

Ahmet Oktay da, Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları adlı kitabında, toplumcu gerçekçi edebiyat anlayışının, tıpkı anavatanı SSCB’de olduğu gibi, Türkiye’de de hem ulusçuluk hem de halkçılık ideolojisinden kaynaklandığını belirterek, bu duruma da solculuğun yerleşme yıllarının Kurtuluş Savaşı ve sonrası döneme denk gelmiş olmasının neden olduğunu öne sürer (26). Oktay’a göre, ulusçuluk ve halkçılık arasındaki “symbiotic” ilişki, sol söylemin kültürel alanda farklılaşmasını önlemiş ve onu resmî ideolojinin içinde yaşamaya zorlamıştır (26). İşçi sınıfının gelişmemişliğinin de solcu aydınların halkçılık ideolojisini benimsemesinde rol oynadığını vurgulayan Oktay, bu ideolojik tercihin özellikle köycülük ideolojisi biçiminde ortaya çıktığını da belirtir (26). Türk solunun, halkçılık/köycülük ideolojileriyle kurduğu bu organik ilişkide ulusal sorunu sınıfsal soruna öncelediğini söyleyen Oktay, solcu aydınların toplumcu gerçekçiliğin SSCB’deki gelişimini izlemeyi bir zorunluluk olarak gördüğünü, ama SSCB’dekinin tersine, geçmişle bağlarını kopararak ulusallığı günün somut koşullarıyla sınırladığını da belirtir (27). Oktay’a göre, özellikle 1930’lardan sonra iyice belirginleşen, tarihe karşı ilgisizlik, aslında Tanzimat düşmanlığından kaynaklanmaktadır ve toplumcu gerçekçiler bu yüzden yazınsal gelenekle bağlarını koparmışlardır (29). Türk Solu ile köycülük arasındaki bu ilişkiyi Karaömerlioğlu da vurgulayarak dikkat çekici bir yorumda bulunur: “Türkiye solunun 1960’lardaki ve 1970’lerdeki Maoculuğunun biraz da köycü gelenekle eklenmiş bir Kemalizmin güçlülüğünden kaynaklandı belki de” (296).

Karaömerlioğlu ve Oktay’ın saptamalarından hareketle, Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak 1980’lere kadar uzanan bir süreçte Türk edebiyatında toplumcu gerçekçilerin, esas olarak halkçılık ve köycülük ideolojileriyle akrabalık ilişkisi içindeki ulusalcı bir sol söyleme bağlı kalarak üretim yaptığı öne sürülebilir. Köycülüğün Kemalist iktidarın pekiştirilmesi yönündeki kültürel araçlarından biri olarak Köy Enstitülerinden yetişen sosyalist ya da sol eğilimli yazarların ürettiği “Köy Romanı”nın köye ve köylüye yaklaşımının ne oranda toplumcu gerçekçi olduğu tartışması eleştiri literatüründe çoktan yerini almıştır. Oktay’ın da belirttiği gibi, işçi sınıfının gelişmemişliği sol aydınları köylüye yöneltmiş, köylülüğün “temel güç” olarak kabülü sosyalist yazarları da köyü ve köylüyü konu edinen yapıtlar üretmeye özendirmiştir. Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Mahmut Makal, Talip Apaydın ve daha nice yazar, romanlarında köyü ve köylüyü farklı boyutlarıyla ele almışlarsa da, bu yazarların edebî üretimlerinin ortak paydasında yer alan temalar “köy” ve “köylü”dür.

“Köy” ve “köylü”, Köy Enstitüleri kurulmadan önce, 1920-1940 yılları arasındaki Türk edebiyatının da ana temalarındandır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, imtiyaz sahipliğini üstlendiği Kadro dergisinde toplanan Sol Kemalist çevrenin köye ve köylüye yaklaşımını yansıttığı Yaban (1932) adlı romanında, köylünün Kurtuluş Savaşı’ndaki eylemsizliğine dikkat çeker ve köylüleri ilkel-uygar ikili karşıtlığı bağlamında işler. Yaban’daki köylü ile Kuvâyi Milliye’deki köylü arasında, Kurtuluş Savaşı’ndaki tutumları açısından neredeyse taban tabana bir zıtlık görülür. Nâzım Hikmet, Kuvâyi Milliye’de köylüyü, Yaban’da olduğu gibi değişmeyen bir kimlikle değil, olaylar ve durumlar karşısında iç çatışmalar yaşayan, değişen, dönüşen karakterler olarak işler. Köylüye bakışa ilişkin bu karşılaştırma, Kadrocu Yakup Kadri ile sosyalist Nâzım Hikmet arasındaki siyasal düşünce farklılığını da ortaya koyar. Nâzım Hikmet, Kemal Tahir’e mektuplarında kullandığı ifadeyle, “faal realist” ve “müessir” edebiyat (43) anlayışı doğrultusunda, toplumcu gerçekçi bakışa uygun bir tutumla, ulusal bağımsızlık savaşında köylünün eylemsizliğini değil eylemini, daha doğru bir deyişle, eylemsizlikten eylemliliğe geçişini işlemeyi yeğlemiştir. Nâzım Hikmet’teki bu tercih, onun, köycülük anlayışını da örtük olarak barındırır: Ona göre, köylü, değişmez, tekbiçimli, durağan bir varlık değil, değişken, karmaşık ve dinamik bireyler topluluğudur.

Nâzım Hikmet’in Kuvâyi Milliye’yi bu düşüncelerle yazdığı yıllarda, köycülük, edebiyat çevrelerinde, Oktay’ın deyişiyle, solculuğun “alâmet-i farika”sı sayılmaktaydı (256, 400). Reşat Fuat Baraner’in, Yeni Edebiyat dergisinin 15 Mart 1941 tarihli 11’inci sayısında yayımlanan, “Münevverlerimiz ve Köycülük” başlıklı yazısında, köyün ve köycülüğün mistifiye edilmesinden doğabilecek sakıncalara değinmiş olması, ’30’lu yılların sonunda ve ’40’larda köycülüğün edebiyat çevrelerinde gördüğü ilginin yoğunluğunu da vurgular niteliktedir:
Mecmualarda yazıların sıklet merkezini köylüye ait olanlar teşkil etmekte, genç şairlerimizin söyledikleri şiirlerde, köylü hayatına temas eden mısralara pek çok rastlanmaktadır. Bazı gençler arasında mevcut olan bu temayül, çok zaman ve birçokları için adeta kuvvetli bir cereyan halini almaktadır. Nüfusumuzun dörtte üçünden fazlasını köylü teşkil ettiği ve cemiyetimizin sosyal toplulukları içinde köylülere isabet eden izafî sıklet, şehirlilere nazaran çok fazla olduğu için köylülüğe bu derece ehemmiyet verilmesi makul ve yazılan yazıların çokluk nisbetinin de köylülere ait olması tabii gibi görünebilir. Fakat zannımıza kalırsa bu cereyanda köylülüğün adedî çokluğunun oynadığı rol kadar ve belki daha çok ona atfedilen keyfî hususiyetlerin tesiri oluyor. Bu tesir nisbetinde bu cereyan zararlı bir şekil alma istidadını göstermektedir. Köy davasının hallinin ileri bir inkılâp ve köylülüğün yükselişini başlı başına bir gaye gibi sayan ve bu gayenin de tek başına ve yalnızca köylülerle tahakkuk edebileceğine inanan düşünüşler mevcut olduğu gibi, hariçten gelmiş bir propagandanın tesirile köye ve toprağa dönmek gibi yanlış ve cemiyetimiz için zararlı fikirler de vardır. (aktaran Oktay 402)
Köy’e ve köylü’ye yönelen bu yoğun ilginin realist olmaktan çok romantik boyutuna dikkat çeken Oktay, bu dönemde, “solculuğun ‘alâmet-i farikası’ sayılan köy yazınının savunulmasında kullanılan düşüncelerle Nâbizâde Nâzım’ın düşünceleri arasında, duygusallıkları ve kuramsal sınırlanmışlıkları açısından büyük benzerlik” görmektedir (256). Abidin Dino’nun 1939 tarihli bir yazısından “Türkiye’nin rasgele bir ovasında, rasgele bir köyünde işittiğim şarkılar, san’atin nerede saklandığını bana ifşa etti” sözünü alıntılayarak solun köylüye hayranlığına dikkat çeken Oktay, aynı yazıda yer alan, “[k]afa mühendisliği bizim, yapısı işçiden gelir” sözünü de, solun önderlik ya da mühendislik rolü üstlendiği şeklinde yorumlar (256). Oktay’a göre, dönemin yazı ortamında etkin bir rolü olan ve toplumcu edebiyatın kuramcıları arasında yer alan Abidin Dino’da görülen romantik havanın kaynağı bu hayranlık/mühendislik ilişkisidir (256).

2. Nâzım Hikmet’in toplumcu gerçekçilik hakkındaki düşünceleri

Nâzım Hikmet’in toplumcu gerçekçilik hakkındaki yazıları, köylüye bakışının siyasal ve edebî sınırlarını da belirginleştirir. Özellikle Kemal Tahir’e Mapusane’den Mektuplar’ından izlenebilecek bu tartışmanın bağlamı, ulusallık ve sınıfsallık, gelenek ve yenilik, biçim ve öz kavram çiftleri çevresinde oluşmuştur. Bu mektuplarda öne sürülen düşünceler Nâzım Hikmet şiirini, gerek Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Millî Edebiyat ve gerek 1950 sonrasında Köy Enstitüsü kökenli yazarların ürettiği “Köy Romanı” karşısında ayrıksı bir konuma taşır. Nâzım Hikmet, hem Kuvâyi Milliye’de hem de Memleketimden İnsan Manzaraları’nda, köylüyü yalnızca soyut bir varlık olarak değil, tarihsel dönüşümün öznesi somut bireyler olarak da ele almıştır. Gerçekçilikten her söz edişinde “muhteva”nın önceliğini vurgulayan Nâzım Hikmet, “realist şiir şeklinde, renk, koku, resim, mimari, musiki ve sair unsurların da bulunması lâzım değil mi?” (Kemal Tahir’e Mapusane’den Mektuplar 24) sorusunun yanıtını ararken, “konkre hakikat meselesi realist şiirin esaslarından biri olmalıdır” (46) görüşüne varmıştır. Bedreddin Destanı ile birlikte şiirinde açılan yeni dönemde Nâzım Hikmet, “konkre” olanın peşine düşmüş; edebî geleneği ve tarihsel gerçekliği, diyalektik ve tarihsel maddeci bakış açısını yitirmeden kavramaya çalışmıştır. Nâzım Hikmet şiirinde Türk köylüsü, bu bağlamın içinde harekete geçer.

Türk solunun ve sosyalist edebiyatçıların halkçılık/köycülük ortak paydasında Kemalist rejimle kurduğu akrabalık ortamında, 1936’da yayımladığı Bedreddin Destanı’yla birlikte hem sol çevrelerce eleştirilen, hem de şiirinde yeni bir aşamaya erişen Nâzım Hikmet, toplumcu gerçekçiliğin kuramsal sorunları, sanatta biçim ve öz etkileşimi konularında yeni düşünceler geliştirmeye çalışmıştır. Ekber Babayev, “Nâzım Hikmet Kendi Şiirini Anlatıyor” başlıklı yazısında, Nâzım Hikmet’in şiirde yeni biçim arayışını şairin dilinden şu sözlerle aktarır: “Bu bir sıra poemin sonuncusu Bedreddin Destanı’dır. Burda şekil bakımından, halk vezni unsurları, Divan edebiyatı unsurları bence azami haddinde kullanılmıştır. Diğer taraftan bu kitap, şekil bakımından, o zamana kadar elde edebildiğim bütün şekil imkânlarının bir muhasebesiydi” (182). Her Ay dergisinin Nisan 1937 sayısında yayımlanan “Nâzım Hikmet Diyor Ki” başlıklı “anket yanıtında” ise, şiirde ulaşmak istediği “mürekkep, diyalektik realizmi” (35) şu sözlerle açıklar:
Zola ve Balzac, ilk bakışta bu iki romancı realisttirler. Fakat hakikatte Zola’nın realizmi tek taraflıdır, buna karşılık Balzac’ın realizmi çok taraflı, realiteyi bütün mürekkepliği, mazi, hal, istikbal unsurlarıyla ve hareket halinde veren bir realizmdir. Ben şiirde işte böyle bir realizme; onun şiire tatbiki bakımından; ulaşmak istiyorum. Fakat hâla ulaşamadım. Birçok yazılarımın realizmi tek taraflıdır. Bundan dolayı da çok defa fazla haykıran bir “propaganda” edasını taşıyorlar. Bu hatamı anladım. Yeni verimlerimde bu hataya bir daha düşmeyeceğim. Cihanı görüş, anlayış bakımından değil, bu cihanı görüş ve anlayışın sanattaki tezahürü bakımından telakkilerim bir hayli değişti. (35)
Bu özeleştiri, Nâzım Hikmet’in, dönemin ajitatif sol söylem etkisindeki edebiyat ortamında toplumcu gerçekçiliğe bakışını ve edebî kaygılarını yansıtmakla kalmayıp, Bedreddin Destanı sonrası dönemde ürettiği yapıtların da temelini oluşturur. Dünya görüşünü değiştirmeyen Nâzım Hikmet, ideolojinin sanatta biçimlenişi hakkında özeleştiri yapmış ve “propaganda edası”ndan uzaklaşmaya karar vermiştir. Sanat ve propaganda ilişkisi hakkındaki düşüncelerini, Şubat 1941’de Kemal Tahir’e hapisaneden yazdığı bir mektupta, bir başka biçimde, şu sözlerle dile getirir:
[P]ratikte faal realist edebiyatın sanat çerçevesi içinde kaldığı müddetçe demagojiden sakınması lazımdır kanaatindeyim. Demagoji bazan müessir ve hatta lüzumlu bir silah olabilir, kullanılması lazım gelen yerler ve şartlar vardır ve buralarda kullanılmaması belki hata ve sekterlik olur. Fakat bu silahın tesiri muvakkattir, geçicidir, halbuki realist edebiyatın terbiyeci rolü devamlı, gitgide artan, derinleşen, anlatarak, izah ederek inandıran ve pratikte bu suretle müessir olan bir roldür. Kısaca demek istiyorum ki realist edebiyat benim anladığım manada bir ajitasyon vasıtası değildir. Fakat hayatta ajitasyon da terbiyeci, müessir bir rol oynar. Doğru. Ama o başka “edebiyat” unsurları ile yapılır. (Kemal Tahir’e Mapusane’den Mektuplar 43)
Nâzım Hikmet, yalnızca şiirinden propagandayı uzaklaştırmakla kalmamış, özellikle hapisanedeki ilk yıllarında, Kemal Tahir’le mektuplaşmalarında, “şekil” ve “muhteva” sorunlarıyla da yakından ilgilenmiştir. “Muhteva”yı “şekil” karşısında hep öncelikli sayan Nâzım Hikmet, “muhteva”yı “müessir” kılacak “üslubun” peşindedir. 11 Ocak 1941’de Kemal Tahir’e yazdığı mektubunda bu arayışını şöyle dile getirir: “Şekli tayin eden muhtevadır. İyi, doğru. Fakat muhtevada renk, koku, ahenk, resim falan filan en muğlak akışlarıyla mevcut.. Kaldı ki bu muhtevayı aktif olarak, sadece fotoğraf adesesi gibi değil, bu muhteva üzerinde, müessir olarak en uygun çerçevesinde şekilleyecek üslubun ne kadar çok taraflı olması lazım” (24).

Dönemin romantik köycü edebiyatı karşısında Nâzım Hikmet’in “romantizm” ve “realizm” karşıtlığı hakkında düşündükleri de, bu iki öğenin onun şiirinde bir aradalığını anlamlandırır niteliktedir. 10 Şubat 1941 tarihli mektubunda Nâzım Hikmet, romantizmden ve lirizmden bir “tesir vasıtası” (37) olarak yararlanılması gereğini vurgular:
Fakat nasıl diyeyim, fertleri ve hadiseleri yerinde ve icabında bütün zaaflarıyla, kahramanlaştırmak –sırf edebiyatta- benim anladığım mânada –sırf edebiyatta- realizm için bazen lazımdır. Yapıcı, aktif, müessir realist edebiyatta bu tesir vasıtasını ihmal etmemek lazım. Edebiyatta yeni ve bizim realizmin bir taraftan da bugün bir kahramanlar ve kahramanlık şarkısı söylemesi ve kahramanlarıyla, kahramanlıklarıyla, biraz mübalağalandırılmış, dozunda şişirilmiş kahraman ve kahramanlıklarıyla müessiriyet rolünü daha müessir ve kolay ve rahat oynayabilmesi mümkündür. Bu kahraman ister fert, ister kitle olsun. Edebiyatta, sırf edebiyatta, güzel sanatlardaki romantizmin bu tarafını ihmal etmemeliyiz. Aynı şeyi lirizm için de söyleyebilirim. Lirizmi top yekün inkâr, realitedeki bir vakıayı inkâr demek olur ki bunun realizm ile alakası yoktur. Lirizm, dozunda, ayarında realist bir sanat için, her şeyden evvel realite üzerinde bilmukabele müessir olmak isteyen faal bir sanat için bu müessiriyeti daha kuvvetli kılan bir unsurdur. (37)
“[Y]eni realist edebiyatın en ön planda göz önünde tutulması lazım gelen tarafı[nın], tesirciliği, öğreticiliği, okuyucuyu hayatla, pratikte daha müessir kılabilmek için ona yol göstericiliği” (41) olduğunu söyleyen Nâzım Hikmet, 3 Mart 1941 tarihli mektubunda, realizmin tanımını da şu sözlerle dile getirir:
Gelelim realizmi tarif meselesine. Ben bu bahsi şöyle hülasa ediyorum: Edebiyatta modern realizm şuurlu olarak edebiyat sahasına diyalektik materyalizmin tatbikidir. Bu felsefi görüş romancı ile mevzu arasındaki münasebeti faal olarak kabul eder. Binaenaleyh sadece realitenin bir fotoğrafik görüşü, aksettirişi kâfi gelmez. Romancının –bu felsefigörüşe nazaran- mevzuu üzerinde yani aksettirmek istediği realite üzerinde faal bir rolü vardır. Yine bu görüşe göre şuur, sadece mihaniki [mekanik] bir surette realiteyi aksettirmekle kalmaz onu işler, tahlil ve terkip eder. Binaenaleyh realist edebiyatçı mevzuunu terkip ve tahlil eder, mimarisini, yapısını işler, ona azami sanatkârane bir şekil ve tertip vermeğe çalışır. (45-46)
3. Nâzım Hikmet’in köylüyle karşılaşması ve Kuvâyi Milliye’nin ortaya çıkış süreci

Toplumcu gerçekçilik anlayışını “faal” ve “müessir” ölçütlerine bağlayan ve bunun için “şekil”in “muhteva” üzerindeki etkisini sorgulayan Nâzım Hikmet, köylülüğün romantik ve ajitatif bir dille işlendiği bir dönemde, köylüye içeriden bir bakış oluşturmaya, onu “konkre”liğiyle kavramaya çalışmıştır. Hapisanede Kemal Tahir’e yazdığı mektuplarda, Kemal Tahir’in o sıralarda yazmakta olduğu Sağırdere romanının parçalarına yönelltiği eleştirilerde, Nâzım Hikmet’in köylüye bakışını ortaya çıkartan ifadelere rastlanır. Köylü hakkındaki düşüncelerini belirtirken “Çehof, Tolstoy, Gorki, Şolohof gibi köy edebiyatına büyük eserler vermiş insanlar”dan (57) söz eden Nâzım Hikmet, bu yazarların en önemli özelliğinin, “köylüde de, okumuş yazmış bir münevver gibi başka tezahürlerle fakat o derinlikte ruhi buhranların, psikolojik derinliklerin hatta çok kere münevver küçük burjuvaya nazaran daha mürekkep olarak mevcudiyetini anlamaları ve bize bunu anlatmaları” (57) olduğunu belirtir. Nâzım Hikmet’e göre köylü, “muhtelif tabakalarıyla, ruhi haletleri hiç de basit olmayan bilakis çok mürekkep ve derin ruh haletleri geçiren bir insandır” (57). Bu sözlerin Baraner’in dönemin edebiyatçılarını uyarmak zorunda kaldığı yazısının yayımlandığı yıl söylenmiş olması, Nâzım Hikmet’i “köy edebiyatı”nda ayrı bir konuma yerleştiren bir durumdur.

Nâzım Hikmet, Kuvâyi Milliye ve Memleketimden İnsan Manzaraları adlı yapıtlarının kişilerini oluşturacak olan köylülerle ilk kez 1921 yılında, “millî mücadele”ye katılmak üzere çıktığı Ankara yolculuğunda karşılaşır. Bu yolculuk, aynı zamanda, Nâzım Hikmet’in sosyalist düşüncelerle ilk kez tanıştığı bir yolculuk olma niteliğini de taşır. Memet Fuat’ın verdiği bilgilere göre, 1 Ocak 1921’de, Faruk Nafiz (Çamlıbel), Yusuf Ziya (Ortaç), Nâzım Hikmet ve Vâlâ Nureddin, Yeni Dünya adlı vapurla gizlice İnebolu’ya giderler (26). Orada, Almanya’dan gelen Spartakist öğrencilerle karşılaşırlar. “Alman Sosyal Demokrat Partisi, ‘Spartakus’a Mektuplar’ adlı yeraltı gazetesi, 1919 başlarında öldürülen Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Kurt Eisner gibi devrimciler üzerine anlatılanlar daha önce duymadıkları şeylerdi” (Fuat 27-28). Spartakistler sosyalizmi savunuyor ve Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırlarını ilk tanıyan ülke olan SSCB’den övgüyle söz ediyorlardı (28). Vâlâ ve Nâzım, İnebolu’dan eşek üstünde devam ettikleri yolculuklarını Kastamonu ve Çankırı’dan geçerek Ankara’da tamamlarlar. Ankara’da görüştürüldükleri Mustafa Kemal, Nâzım Hikmet’e, “Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız” (Fuat 35) der. “Milli mücadele”ye katılmalarına izin verilmeyen Nâzım Hikmet ve Vâlâ Nureddin, Bolu’ya öğretmen olarak atanırlar (35). Bolu kasabası, Kuvayı Milliye birliklerinin eğitildiği, örgütlendiği yer olarak, Nâzım Hikmet’in yaşamında önemli bir yere sahiptir (36). Nitekim, Kuvâyı Milliye’de anlatılan Kambur Kerim’in hikâyesi, bu eğitim ve örgütlenme sürecini yansıtır. Bolu’nun tutucu halkına karşı bu iki şairi koruyan Ağır Ceza Mahkemesi Reis Vekili Ziya Hilmi Bey’in sosyalizm üzerine geniş bilgisi, Nâzım Hikmet için ikinci bir “okul” olur (36). Bolu’nun, yaşamındaki yerini Nâzım Hikmet, ömrünün son yıllarında, Babayev’e şu sözlerle dile getirecektir:
Anadolu’ya, işgal altındaki İstanbul’dan, geçişimde ve bilhassa Bolu’ya gelip halkla, hele köylüyle yakından temasımda ve Sovyet Rusya’da olup bitenleri kulaktan duyup, Marx’ın Lenin’in isimlerini filan işitişimde, şiirle yeni şeylerin, şimdiye dek söylenmemiş şeylerin ifade edilmesi gerektiğini sezdim (174).
Nâzım Hikmet’in köylüyle ikinci kez karşılaştığı yer, 1928 Temmuz’unda girdiği Hopa Cezaevi'dir (Fuat 81). Nâzım Hikmet’in köylüyü, tıpkı Kemal Tahir gibi, özellikle hapisanede tanıdığını söylemek mümkündür. Nâzım Hikmet, köylü kişileri tarihsel ve sınıfsal özneler olarak işlediği Kuvâyi Milliye ve Memleketimden İnsan Manzaraları adlı yapıtlarını, Sultanahmet, Çankırı ve Bursa Cezaevlerinde geçen on iki yıllık uzun mahpusluk döneminde yazmıştır.

Nâzım Hikmet’e, Kurtuluş Savaşı’nı anlatma düşüncesini ilk veren kişi, hapse girmeden önce iktidar çevrelerinden gördüğü yoğun baskıdan kurtulmak, onları “yasadışı örgütlerle bir ilişkisi kalmadığına” inandırmak amacıyla, 1937 yılında Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın İktisat Müdürü olan Şevket Süreya Aydemir aracılığıyla Ankara’da görüştürüldüğü Emniyet Umum Müdürü Şükrü Sökmensüer olmuştu (Fuat 211-12). Nâzım Hikmet’in istemeyerek de olsa razı olduğu bu görüşmede okuduğu, İspanya İç Savaşını anlatan şiiri karşısında Sökmensüer’in tepkisini Şevket Süreya Aydemir şu sözlerle anlatır:
İspanya İç Harbi’ni anlatan bir şiirini okurken, Şükrü Beyin galiba gözleri yaşardı: “Nâzım, dedi, bu şiirde ne komünizm, ne kapitalizm var. Bu şiirde anlatılan halkın isyanıdır. Tıpkı bizim İstiklal Savaşı’mızda olduğu gibi. Ama ne yazık ki hiçbir Türk şairi bu destanı dile getirmedi. Yazık değil mi, Nâzım? Bizim halkımızın isyanı ve savaşı yanında İspanya İç Harbi çocuk oyuncağı kalır. Anadolu destanını yazsana Nâzım sen. Anadolu destanını yaz…” (aktaran Fuat 214)
Kurtuluş Savaşı’nın destanını yazmasını yalnızca Sökmensüer değil, annesinin kardeş çocuğu olan ve “dayı” dediği, Kurtuluş Savaşı’nda 20. Kolordu Komutanı ve Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanı olan Ali Fuat Cebesoy da ister (Fuat 283). Nâzım Hikmet ise, savaş hakkında bunu yapacak kadar bilgisi olmadığını, savaşın geçtiği toprakları bile görmediğini söyler (283). Sonunda Cebesoy, gönderdiği uzun bir yazıyla Nâzım Hikmet’e savaşı ayrıntılarıyla anlatır (283). Nâzım Hikmet, bu bilgilere dayanarak destanı yazmaya karar verir, ama destanın kahramanları komutanlar değil, sıradan insanlar olacaktır (284). 1939-1941 yılları arasındaki yazım sürecinin sonunda ortaya çıkan yapıtı okuyan Kemal Tahir, bunu Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye göndererek basılması için izin istemesini öğütler (Göksu 281). Destan İnönü’ye ulaştırılır ama yarattığı olumlu hava, Alman ordusunun SSCB’ye saldırmasıyla tersine döner (282).

Nâzım Hikmet’in Kuvâyi Milliye’de komutanlar yerine sıradan insanları, ağırlıklı olarak da köylüleri “kahramanlaştırması”, hem yazarlık tekniği açısından hem de ideolojik açıdan bilinçli bir seçimdir. Cebesoy’un aktardığı bilgiler, olasılıkla savaşın askerî boyutunu aktarıyordu; fakat Nâzım Hikmet, “realist” sanat anlayışı gereği, çeşitli durumlar içine yerleştirdiği kişilerinin psikolojik derinliğini, komutanları değil köylüleri, aydınları ve şehirli delikanlıları anlatarak yakalayabileceğinin farkındaydı. Saime Göksu, Romantik Komünist adlı kitabında, Nâzım Hikmet’in, yalnızca dayısının aktardığı bilgilerle yetinmeyerek, Atatürk’ün 1938 yılında basılan Nutuk’undan yararlandığını öne sürer:
Kurtuluş Savaşı’nın ayrıntılarını yeniden kurmak amacıyla, ilk kez 1938 yılında basılan Atatürk’ün Nutuk’unu okuması, şiirin yurtsever bir ton kazanmasında kısmen etkili olmuştu. Bu şiirde 23 ağustos-13 eylül 1921 arasında yapılan Sakarya Meydan Muharebesi’nde Türklerin kazandığı zaferin tasviri gibi bölümlerde kullanılan dil, bizzat Atatürk’ün kullandığı dili yansıtır. Atatürk’ün “büyük ve kanlı Sakarya Meydan Muharebesi” anlamında kullandığı “Sakarya Melhamei Kübrası” sözcükleri, Nâzım’ın şiirinde de geçer. (281)
Kuvâyi Milliye’nin, yazılış sürecinde uğradığı değişiklikler, Nâzım Hikmet’in Kurtuluş Savaşı’nı yorumlayışını belirginleştirmesi açısından önem taşımaktadır. Destan’ın 1943’te yayımlanması önerisi karşısında bir süre kararsız kalan Nâzım Hikmet, bu kararsızlığının gerekçelerini, 23 Ocak 1943’te karısı Piraye’ye yazdığı mektupta şu sözlerle dile getirir:
‘Destan’ın Manzaralar’dan ayrı ve onun havası dışında neşredilmesi filhakika gerek muhteva, gerekse teknik bakımdan ona bir hayli şey kaybettirir. Bunu sonra Manzaralar topyekûn çıkınca telafi etmek mümkünse de, yine de üzerinde düşünmeye değer. Lakin bilhassa son günlerde benim şahsımı da ileri sürerek Maksistleri vatansızlık falan filanla itham etmek küstahlığında bulunan cereyana karşı iyi bir cevap olur ve bu cereyanı baltalar. Binaenaleyh işin bu tarafını da düşünmek lazımdır. (aktaran Fuat 344-45)
1 Şubat 1943’te yazdığı mektupta ise, “Destan’ı vermekten vazgeçtim. [...] Hayatımın ilk büyük eserini darmadağın etmekte mana yok” (Fuat 346) diyen Nâzım Hikmet, yapıtın birçok bölümünü, daha sonra yazdığı Memleketimden İnsan Manzaraları adlı yapıtının çeşitli yerlerine dağıtacaktır (Kudret 129). Ancak, 1950’deki genel aftan yararlanıp hapisaneden çıktığında düşüncesini değiştiren Nâzım Hikmet, Destan’ı bağımsız bir kitap olarak yeniden düzenleyip Kuvâyi Milliye adını vermiştir. Yapıtın ilk hâliyle son hâli arasında uğradığı değişim sürecinin Nâzım Hikmet’in İnönü’ye yönelik duygusal tepkilerinden etkilendiğini düşünen Göksu, bu düşüncesini bir örnekle destekler:
Şiirin ilk taslaklarından birinde Atatürk ile Ali Fuat Cebesoy’un ilişkilerini anlatan uzunca bir bölüm olduğu anlaşılıyor. Nâzım’ın hapisteyken, 1945 yılında Bursa’da Cezaevi doktoru olarak görev yapan Neşati Üster’e yüksek sesle okuduğu bu bölüm, daha sonra ya çıkarılmış ya da kaybolmuştur. Nâzım düzeltme ve değişiklikler yaparken, şiirin ilk halinde bulunan İnönü’yle ilgili kısmı da (“Batı Cephesi Kumandanı/İsmet”) çıkarmıştır. Böylece kendisine af hakkı tanımayan İnönü’den öcünü almış oluyordu. (296)
İlk kez 1965 yılında ve birçok yanlış ve eksikle basılan Kuvâyi Milliye’nin ikinci baskısı 1968 yılında yapılmıştır. Cevdet Kudret’in, Kuvâyi Milliye ile Memleketimden İnsan Manzaraları’nın ortak bölümlerini karşılaştıran “Notlar”ını da kapsayan (Adam Yayınları ve Yapı Kredi Yayınevi tarafından yapılan baskılarda Cevdet Kudret’in “Notlar”ı yer almamaktadır) bu son hâliyle yapıt, 1729 satırdan oluşmaktadır. Yapıtın “Başlangıç” bölümünü oluşturan “Onlar” şiirinin ardından, Kurtuluş Savaşı’nın tarihini kronolojik olarak izleyen 8 bölüm gelmektedir. Bölümlerin her birinde, hem savaşın tarihinden bir kesit gösterilmekte, hem de bu kesit içerisinde bir kişinin hikâyesi anlatılmaktadır. Cevdet Kudret, yapıtın 1968’deki baskısına bir de, “Hikâyei Dâstân” başlıklı bir bölüm eklemiştir. Kudret, bu bölümün yapıtın yazılış sürecindeki yerini ve akıbetini şu sözlerle anlatır:
Nâzım Hikmet, Kuvâyi Milliye üzerinde ilk çalıştığı sıralarda (939), esere 111 dizelik bir de önsöz yazmıştır. [....] Bu önsöz, Nâzım’ın baskıya hazırladığı nüshada yoktur. Anlaşıldığına göre, şair, bir süre sonra, bunu destanın başına koymaktan vazgeçmiştir. Bir belge değeri taşıyan bu önsözü, şairin kendi eliyle baskıya hazırladığı nüshanın düzenini bozmamak için, kitabın başına koymayıp, burada bir sonsöz gibi yayımlamayı uygun buldum. (174)
4. Kuvâyi Milliye’de tarih ve özne

Nâzım Hikmet’in Kuvâyi Milliye’si, 8 bölüm hâlinde düzenlenmiş ana gövdesiyle, Kurtuluş Savaşı’nın tarihsel seyrini kronolojik olarak izleyen bir yapıya sahiptir. “Nureddin Eşfak’ın Bir Mektubu ve Bir Şiiri” başlıklı “Dördüncü Bap” dışında kalan 7 bölümden her birinde Kurtuluş Savaşı’nın tarihinden bir kesit seçilmiş, belirlenen bu tarihsel arka planla birlikte bir “kahraman”ın hikâyesi anlatılmıştır. Yapıtın bu biçimde yapılandırılması, Nâzım Hikmet’in Kuvâyi Milliye’de, Kurtuluş Savaşı’nı ve köylü’yü nasıl kavradığını da açığa çıkartacak niteliktedir. Yapıtın her bir bölümünde önce tarihsel gerçeklik saptanmış, kahramanın hikâyesi bu tarihsel gerçekliğin içerisine oturtularak anlatılmıştır. Diğer bir deyişle, kahramanların hikâyeleri ile tarihsel gerçeklik arasında organik bir bütünlük kurulmak istenmiştir. Nâzım Hikmet, bu yolla kişilerini tarihsel gerçekliğin hem nesnesi hem de öznesi kılmış, nesnel gerçeklik ile öznel gerçekliğin çatışmalı birlikteliğini yansıtmayı amaçlamıştır. Bu yaklaşımın, toplumcu gerçekçiliğin olmazsa olmazlarından sayılan Marksçı iki ilkeyi esas aldığı açıktır: Diyalektik materyalizm ve tarihsel materyalizm. Her bir bölümde saptanan “nesnel gerçeklik”, o bölümde hikâyesi anlatılan kişinin dönüşüm koşullarını da barındırmakta, psikolojik derinliğiyle birlikte işlenen dönüşümünün sonunda ise kişi bu tarihsel sürece “öznel gerçekliği” ile katılmakta ve “nesnel gerçekliğin dönüşümüne” katkıda bulunmaktadır. Nâzım Hikmet’in Kuvâyi Milliye’sinde kişilerin hikâyesi, “tarihin nesnesi olma” durumundan “tarihin öznesi olma” durumuna dönüşümlerinin hikâyesidir.

Kuvâyi Milliye’nin “Başlangıç” bölümünü oluşturan 45 satırlık “Onlar” başlıklı şiir, Nâzım Hikmet’in tarihsel materyalist bakış açısına uygun imgelerle örülüdür. Tarihin öznesi olarak “Onlar”, kitledir, yığındır, “toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar”. Tarihsel dönüşümün zeminini oluşturan “eylem” ise, Destan’ın bölümlerinde sıklıkla karşılaşılan “ateş” ve “ihanet” sözcükleriyle bağlantılandırılmıştır. “Toprak”, “su”, “hava” ve “ateş”, evrenin yaratılışına ilişkin İlk Çağ felsefî düşünüşünün de anahtar kavramlarıdır. Nâzım Hikmet, bu dört temel öğeyi bir araya getirerek, eylemlilik içindeki insanın kozmogonisini yapar. “Onlar”, Nâzım Hikmet’in şiirinde, tek bir niteliğe sahip ve tek boyutlu bir süreklilik içindeki bir varlığı simgelemez; bu tarihsel özne, kendi içinde “çelişki”leri ve “karşıtlık”ları olan bir “çokluk”tur: “Korkak/cesur”, “câhil/hakîm”, “kahreden/yaratan” kavram çiftleriyle gösterilen “karşıtlıkların birliği”, “Onlar”ın, diyalektiğin yasalarına uygun işleyen dönüşüm potansiyelini oluştururlar. “Onlar”, tarihin öznesidir, çünkü “[a]sırda onlar yendi, onlar yenildi” ve “onlar için: zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur, denildi”. 20 Mart 1942’de Kemal Tahir’e yazdığı bir mektupta, Nâzım Hikmet’in söylediği şu sözler, onun Kurtuluş Savaşı’na bakışını yansıtmakla kalmayıp, “Onlar” şiirinde imgelenen “özne”nin bir “tarihsel özne” olduğu şeklindeki yorumumuzu destekler niteliktedir: “Çünkü evvela, Emperyalizm devri, yirminci asrın başlangıçlarından itibaren, bir emperyalist muharebeler, inkılaplar, milli kurtuluş hareketleri ve kapitalizmin yıkılışı vs. devri değil midir?” (121)

Sırasıyla inceleyecek olursak, Kuvâyi Milliye’nin 182 satırdan oluşan “Birinci Bap”ı, Türkiye’nin 1918-1919 yıllarındaki somut durumunu saptayarak açılır. Bu bölümde Nâzım Hikmet’in sınıfsal bakışı hemen göze çarpar: İşgal altındaki ülke bankerler, eşraf, âyân, mütehayyizan ve ağalar tarafından düşmana satılmıştır. Yoksul millet daha fazla köle olmamak ve soyulmamak için silahlanıp dağa çıkar, çeteler kurar. Bir yanda düşmanlar ve işbirlikçiler, öte yanda ise yoksul ve savaşan millet. Anlatıcı, “ateş” ve “ihanet” kavramlarında yoğunlaştırdığı bu çatışmada “gördük” eylem sözcüğünü kullanarak kendi safını da belirlemiş olur: “Ateşi ve ihaneti gördük”. Aralıklarla dört kez yinelenen bu dize, Karayılan’ın hikâyesi başladıktan sonra artık yinelenmez. Karayılan’ın bu tarihsel gerçeklik içerisindeki dönüşümünün bir ucunda “korku”, diğer ucunda ise “cesaret” duygusu vardır. Savaşmaktan korkan topraksız köylüyü temsil eden Karayılan, zorla sürüklendiği savaş meydanında, bir yılanın bile kaçacak deliği kalmadığını görünce, yılanla özdeşleşerek hem ölüm korkusuyla yüzleşir hem de insan olma bilincini edinir. Bu dönüşüm ânı, Karayılan’ın edilgin bir ırgat kimliğinden etkin bir tarihsel özne kimliğine geçiş ânıdır. Nâzım Hikmet, Karayılan hikâyesiyle, 1918-1919 yıllarının Türkiye'sinde savaşa katılmaktan korkan köylüde mücadele bilincinin nasıl oluştuğunu gösterir. Nâzım Hikmet’in, bu dönüşümü anlatırken mekân olarak Antep’i ve kişi olarak da yoksul köylüyü seçmesi simgesel değer taşır: Antep, resmî tarihe göre de direnişin simgesel mekânıdır; ancak, Nâzım Hikmet, bu simgesel mekâna “öncü güç” olarak “yoksul köylü”yü yerleştirerek bu direnişin Marksist yorumunu yapar. Bölüm sonunda yer alan türkü ise, bu siyasal bakışın edebî düzlemdeki biçimleniş sürecini Halk edebiyatına bağlar.

229 satırdan oluşan “İkinci Bap”, 1919 yılında İstanbul’un durumunu, Erzurum ve Sivas kongrelerini kapsayan bir tarihsel kesitin betimlenişiyle açılır. Anlatıcının “özdeşleşen” sesi, burada da kendini yineler: “Biz ki İstanbul şehriyiz”. İttihat Ve Terakki iktidarında geçen 1914-1918 arası dönemde seferberlik, hastalık ve ekonomik sömürü nedeniyle yoksullaşan İstanbul halkının karşısına, lüks mekânlarda eğlenen türedi zenginler konulur. Anlatıcının tarihi okuyan sesi, resmî tarihin sesiyle bir kez daha örtüşür: Halife, Sadrazam ve Parti, Osmanlılığı temsil ederler ve İngilizlerle iş birliği içerisindedirler. Nâzım Hikmet, tam da bu noktada “objektifini” Erzurum’a kaydırır: Anlatıcının Erzurum türküleriyle bütünleşen sesi Anadolu’nun bu şehrini türkülerin diliyle betimleyerek sözü Erzurum Kongresi’ne getirir. İstanbul’da bir grup “hanımlar, beyler, paşalar” Amerikan mandaterliği talebiyle Kongre’ye telgraflar çekerler, fakat Erzurumlu bu öneriyi reddeder. İstanbul ve Erzurumlu arasındaki bu tutum karşıtlığı, iktidar savaşının merkez ve çevre arasında gerçekleştiğine işaret eder. Mandacılar Sivas Kongresi’ne bu kez bizzat katılırlar, ama Sivas da manda’yı kabul etmez. Anlatıcının sesi, Mustafa Kemal’in Nutuk’undan bir alıntı yapar: “ya İSTİKLÂL, ya ölüm!”

Nâzım Hikmet’in büyük harflerle yazdığı “İSTİKLÂL” sözcüğü, Kambur Kerim’in hikâyesinin başladığı satırdan hemen önce yer alır. Anlatıcı, Kambur Kerim’in hikâyesini bu kavramla başlatır. Bu kez simgesel mekân, Adapazarı, Eskişehir, Kocaeli üçgenidir. Bu bölge, Nâzım Hikmet’in Bolu’daki öğretmenlik yıllarında tanıdığı bir bölge olmanın yanı sıra, Kuvayı Milliye güçlerinin örgütlendiği ve eğitildiği mekânı da simgeler. Kambur Kerim’in hikâyesi, etkin bir tarihsel özne olarak yoksul köylü Karayılan’ın “gerilla” eğitiminden geçerek savaşın disiplinli bir askerine dönüşümünün hikâyesidir aynı zamanda. Nâzım Hikmet, Kuvâyi Milliye’de kahramanlaştırdığı kişilerinin hikâyelerini hem tarihsel hem de edebî düzlemde birbiriyle bağlantılandırmıştır. Kuvâyi Milliye’nin çok katmanlılığını gösteren bu bağlantılılık, metnin derin yapısında bir başka metnin daha varlığına işaret eder: Nâzım Hikmet’in birbirinden ayrı hikâyeler ve kişilermiş gibi görünen hikâyeleri ve kişileri, bir başka düzlemde tek bir “özne”nin, bir “tarihsel özne”nin hikâyesi olarak da biçimlenmektedir. Bu alt metinde, tarihin akışı içerisinde dönüşerek tarihsel özne bilincini edinen insanın hikâyesi anlatılır. Bu soyutlamanın da, diyalektik ve tarihsel materyalist bakışı esas alan Marksist dünya görüşüne uygun olduğu açıktır.

Kambur Kerim’in hikâyesi, başkasının çiftliğinde çalışarak büyüyen yoksul bir köylü çocuğunun işgal koşullarında dayısı tarafından zeybeklere teslim edilerek Kuvayı Milliye saflarına katılışını anlatır. Bu hikâye, bir gerilla hareketi olarak Kuvayı Milliye hareketinin doğuş ve gelişmesinin de simgesel anlatımıdır. Otoriter önderlik altında eğitim, savaşçılık becerileri kazandırma, görev bilinci ve disiplini, örgüt içi ilişkiler, karşı-devrimcilerle mücadele gibi temalar, Kambur Kerim’in hikâyesinin bölümlerini oluştururlar. Kambur Kerim bir görev sırasında attan düşüp de belini sakatladığında aklına ilk gelen şey, saatına bakmak olur. Nâzım Hikmet, Kambur Kerim ile mücadele içerisinde yetişmiş, savaşçı kimliği kusursuz bir gerilla yaratmıştır.

216 satırdan oluşan “Üçüncü Bap”ta, anlatıcı, bu kez savaşın bir başka yönüne, 1920 yılında çeteler arası mücadelelere, çete isyanlarına değinerek söze başlar. “Ateşi ve ihaneti gördük” dizesi bu bölümün de anahtar dizesidir. “Ateş” ve “ihanet”, anlatıcının sıklıkla başvurduğu kavramlardır. Bir yandan düşman Anadolu’nun içlerine doğru ilerlemekte, bir yandan da Anzavur isyanları, Delibaş isyanı yaşanmakta, Çerkez Ethem saf değiştirmektedir. Nâzım Hikmet, düşmandan kaçan askerlerin ruh hâlini somut olarak betimler: Asker kaçakları açlıktan dolayı yol keser, acımasızca adam öldürürler. Bu resmin içinde, İstanbul limanından gizlice Anadolu’ya kaçak silah taşıyan Laz takaları da vardır. Arhaveli İsmail, Kurtuluş Savaşı’nda önemli rolü olan Karadenizli gemicileri temsil eder. Kendisine emanet edilen ağır makineli tüfeği yerine ulaştırmak için çıktığı deniz yolculuğunda rüzgâr birden durunca asıldığı kürekler de kırılınca çaresiz kalır. Arhaveli İsmail’in hikâyesinin iletisi de bu an ortaya çıkar: İsmail, çaresizlik karşısındaki öfkesini “mübarek emaneti” okşayarak bir gülümsemeye dönüştürür. Arhaveli İsmail de, tıpkı Kambur Kerim gibi, kusursuz bir görev bilincine sahip ve mücadele içindeki rolünün farkında olan, tarihin dönüştürülmesine katılmış bir “tarihsel özne”dir.

83 satırdan oluşan “Dördüncü Bap”, yapıtın hacmı içerisinde az bir yer kaplamasına karşın, savaşın gerisinde öğretmenlik yapan bir aydının eylem anlayışını değiştirerek savaşa doğrudan katılmaya karar vermesinin gerekçelerini göstermesi açısından önemlidir. Somut bir tarihsel kesitin anlatılmadığı bu bölümün tarihsel değeri, Nureddin Eşfak’ın şu sözlerinde kendini gösterir: “Öyle günlerde yaşıyoruz ki / ben bir iş yapabildim diyebilmek için: / hep alnının ortasında duyacaksın ölümü”. Nâzım Hikmet, Nureddin Eşfak’ı Destan’a tam da bu tarihsel anda sokar. Kendisini Ankara’da çocuklara ders vermek ile bozkırda ateş hattına girmek arasında bir tercih yapmak zorunda hisseden Nureddin Eşfak, bu iki görev arasındaki “etkinlik” farklılığını “haksız ve hazin bir iş bölümü” olarak değerlendirir ve tercihini ikinciden yana kullanır.

Nâzım Hikmet, millî mücadeleye katılmak üzere Ankara’ya gelmiş ama mücadeleye katılmasına izin verilmeyerek Bolu’ya öğretmen olarak atanmıştır. Bu atama, o günlerde ateşli bir yurtsever olan Nâzım Hikmet’in eylemci doğasıyla uyuşmayan bir durum yaratıyordu. Nitekim Nâzım Hikmet bu görevde fazla kalmayacak ve birkaç ay sonra SSCB’ye gidecektir. Nâzım Hikmet’in yaşamının bu kesitiyle Nureddin Eşfak’ın hikâyesi arasında bir ilişki kurulabilir: Nureddin Eşfak da, cephe gerisinde öğretmenlik yapmayı, mücadeleye doğrudan katılma seçeneği karşısında daha az önemli bulmaktadır. Nureddin Eşfak’ın hikâyesi, Nâzım Hikmet’in gerçek yaşamda kullanamadığı irade özgürlüğünün edebî düzlemde yeniden üretimidir. Gerçeklik ile kurmaca arasındaki bu karşıtlık, Nâzım Hikmet’in yaşamöyküsünün bu kesitiyle Nureddin Eşfak’ın hikâyesi arasındaki ilişkinin simetrik niteliğini ortaya çıkartır.

Nâzım Hikmet’in bu bölümün içine yerleştirdiği ve ilk kez Yeni Ses dergisinin 27 Kasım 1946 tarihli sayısında “Nureddin Eşfak” takma adıyla yayımlanan, Kuvâyi Milliye’nin tek “aydın” kişisi, öğretmen Nureddin Eşfak’ın kaleminden çıkmış “Türk Köylüsü” başlıklı şiir, Nâzım Hikmet’in köylüye bakışını ve Türk edebiyatının geleneğiyle kurduğu ilişkiyi çok yönlü olarak ortaya çıkartabilecek niteliktedir. Nureddin Eşfak’ın “anlatıcıya” yazdığı mektup, kentli aydının, Anadolu kültürüyle duygusal ilişkisini ve asker ile köylü, köylü ile Yunus Emre arasında kurduğu özdeşliği betimlemesi açısından önemlidir. Nureddin Eşfak’ın gözünden Türk köylüsü, savaşa giderken marşları, türkü söylerken yaptığı gibi sesini “incelterek” okur. Türkü ve marş arasında kurulan bu sessel ilişkiyi Nâzım Hikmet, dil düzeyine taşıyarak Yunus Emre’nin şiir diline bağlar. “Türk Köylüsü” başlıklı “garip” şiirde kullanılan dil de türkülerin dilidir. Nureddin Eşfak, ne “Türk Köylüsü” şiirinde ne de “anlatıcı”ya yazdığı mektupta, somut köylü kişilerden söz etmez; onun anlattığı köylü, soyutlanmış bir köylü imgesidir. Nureddin Eşfak’ın köylü imgesi, bir özdeşlikler zinciri içerisinde oluşur: Asker/köylü, türkü/marş, ses/dil, köylü/Yunus Emre. “[D]ünyanın en diri, en taze dillerinden birini”, Türkçe'yi, cephe gerisinde çocuklara sevdirmeyi yeterince etkin bir eylem olarak görmeyen ve cephede “çakmak çalmayı” tercih eden kentli aydın Nureddin Eşfak, Türk köylüsünü dışarıdan bir bakışla ve metinler üzerinden okur: Onu Hoca Nasreddin, Bayburtlu Zihni, Ferhad, Kerem, Keloğlan gibi metinsel simge değeri taşıyan kişilerle özdeşleştirir. Metinler üzerinden yapılan bu okumanın bir diğer boyutunu ise dinsel metinler oluşturur: “İsrâfil sûrunu urur, mahlûkat yerinden durur”. Nureddin Eşfak, siyasal kimliği ile entelektüel kimliği arasındaki gerilimi dil ve metin düzleminde soyut bir köylü imgesi yaratarak aşmayı tercih eder, çünkü eylemliliği değerlendirirken başvurduğu ölçüt, “etkinlik derecesi”dir.

Nureddin Eşfak, bu şiirinde, Türk köylüsünü anlatırken sık sık türkülerden alıntılar yapar. Nedim Gürsel, Nâzım Hikmet ve Geleneksel Türk Yazını adlı kitabında, bu şiirde geçen alıntılara kaynaklık eden türküleri titizlikle saptamıştır (121-23). Ayrıca, Kemal Tahir’e yazdığı mektuplardan öğrendiğimize göre, Nâzım Hikmet, Kuvâyi Milliye ve Memleketimden İnsan Manzaraları üzerinde çalıştığı yıllarda, “Maarif Vekaleti neşriyatından olan ve Pertev Naili ile Halil Vedat’ın topladıkları ‘İzahlı Halk Şiirleri Antolojisi’ni” (196) okumuştur. Gürsel, incelemesinde, “Türk Köylüsü” başlıklı şiirde alıntılanan türkü dizelerinin seçiminde Nâzım Hikmet’in, “gurbet”, “ayrılık”, “yoksulluk” ve “ölüm” gibi temaların ağır bastığı metinlere öncelik verdiğini öne sürer. Gürsel’e göre Nâzım Hikmet, “Türk köylüsünün değiştirilmesi gereken alınyazısını onun sözcükleri, onun imgeleriyle anlatmış oluyor böylece” (124). Türk köylüsü ile Yunus Emre arasında kurulan özdeşlik ilişkisini de Gürsel şu sözlerle yorumlar: “Nâzım Hikmet’in yorumu açısından önemli olan, [...] Yunus Emre’nin kişiliğini ortaya koyarken ondaki köylü karakterin altını çizmektir” (133).

Nâzım Hikmet, 96 satırlık “Beşinci Bap”ta, Kurtuluş Savaşı tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilen bir günü seçer: İstanbul’un resmen işgal edildiği tarih olan 16 Mart 1920. Nâzım Hikmet, bir kez daha resmî tarih metinlerine başvurur: Bu bölümün başına eklediği metin, Nutuk’un 1938 yılında Devlet Basımevi’nce yapılan baskısının 295. sayfasından alınmıştır. Manastırlı Hamdi Efendi, kurmaca bir kişilik değil, bizzat Mustafa Kemal’in, söylevinde söz ettiği gerçek bir kişiliktir. Nâzım Hikmet’în, Memleketimden İnsan Manzaraları’na almadığı bu bölümde, Manastırlı Hamdi Efendi’nin savaşın içerisindeki tarihsel rolünün önemi vurgulanmıştır: Hamdi Efendi, İstanbul’un işgalini Ankara’ya “ânı ânına bildiren” telgraf memurudur. Bu bölümde anlatılan asıl hikâye ise, Hamdi Efendi’nin telgrafla bildirdiği çatışmalarda ölen 6 askerden “Reşadiyeli Veli oğlu Memet”in hikâyesidir. Nâzım Hikmet, İstanbul işgal edilirken Türk askerinin direnişini, Anadolu’nun çeşitli yörelerinden gelen askerlerin dilinden anlatır.

273 satırdan oluşan “Altıncı Bap”ta, 1921 yılı içerisinde gerçekleşen “muharebeleri” kapsayan bir tarihsel dilim işlenir: Birinci İnönü, İkinci İnönü, Dumlupınar, Sakarya savaşları, muhtemelen, yine Atatürk’ün Nutuk’unda yer alan ve Cebesoy’un Nâzım Hikmet’e aktardığı bilgilere dayanılarak anlatılır. Nâzım Hikmet’in resmî tarihin söylemi üzerinden yansıttığı bu tarihsel kesitte, “düşman elinde kalanlar”ın dökümünü yaparken listeye yalnızca yerleşim alanlarını değil, coğrafi alanları, doğal kaynakları, endüstriyel tesisleri ve ulaşım hatlarını da dâhil etmesi dikkati çeker. Düşman elinde kalan bu alanların, yalnızca fiziksel varlıkları değil, barındırdığı insan nüfusuna da vurgu yapılır. Nâzım Hikmet, bu tarihsel gerçeklik içerisine bu kez Kartallı Kâzım’ın hikâyesini yerleştirir. Köylerde teşkilat kurarak “bizimkileri satan” İngiliz tercümanı vurmakla görevlendirilen Kâzım, merkezden aldığı emri yerine getirirken duygularıyla mantığı arasında bir çatışma yaşar ama Kartallı Kâzım tercihini eylemin mantığından yana kullanır. Anlatıcı, Kâzım’ın eylemin mantığının katılığı ve duygularının yumuşaklığı arasındaki ikilemini çözen karşıtlığı “taş yüreklilik” ile “namusluluk” arasında kurar. Nâzım Hikmet, Kâzım’ın “yüreğinin namusluluğu”nu doğrulamak için, kahramanının savaştan önceki ve sonraki sınıfsal konumunu karşılaştırır: Kâzım, “kavga”dan önce de Kartal’da bahçıvandı, sonra da. Kartallı Kâzım’ın hikâyesi, ulusal bağımsızlık savaşının sınıfsal farklılıkları ortadan kaldırmadığını gösteren bir metin olarak da okunabilir.

205 satırlık “Yedinci Bap”ta, 1922 yılının Ağustos ayında gerçekleşen seferberlik hâlini ve topyekün savaşı tarihsel arka plan olarak seçilmiştir. Bölümün başlangıcında yer alan satırlarda, köylünün savaşın kazanılmasındaki merkezî rolü “kağnı” ile simgelenmiştir. Nâzım Hikmet, yapıtının yalnızca bu kısmında kadınlardan söz eder. Tümü köylü olan bu kadınlar, tek tek kişiler olarak değil, soyut bir imge olarak yansır metne: Adları ve hikâyeleri yoktur. Cinsel göndermeler içeren ifadelerin de yer aldığı satırlarda, kadınların üretim ilişkileri içindeki konumu ile erkeklerin dünyasındaki konumları bir arada işlenerek cinsiyet farklılığından kaynaklanan toplumsal çelişkiler de sergilenir. Kadınlar ve çocukların da savaşın ortasına doğru kağnılarla ilerlemesi, giderek şiddetlenen bağımsızlık savaşının kitleselliğini ifade eder. Nâzım Hikmet, “insanlar, âletler ve hayvanlar”ın “demirleri, tahtaları ve etleriyle” birbirine sokulduğu bu topluluğun içine İstanbullu şoför Ahmet’i yerleştirir. Anlatıcı, yapay ve doğal varlıkların birbiriyle bütünleştiği bu ortamda Ahmet’in “üç numrolu kamyonet”inden “bir acayip mahlûk” olarak söz eder: İhtiyar, cesur, inatçı ve şirrettir. Nâzım Hikmet, bu hikâyede, yalnızca insanı değil “eşya”yı da kişileştirmiştir. İnsan ve eşya arasındaki “yabancılaşma” ortadan kalkmış, Şoför Ahmet’in hikâyesi “bir âletle bir insanın hikâyesi”ne dönüşmüştür. Tarihsel dönüşüm sürecine yalnızca insanlar değil eşya da katılmaktadır: Okur, “6 Ağustos emri”nin içeriğini, kalp ağrıları çeken ve “şahsının vekarlı kudretini resmen bilen” yaşlı kamyonetin, “Babacafer”in dilinden öğrenir.

Kuvâyi Milliye’nin köylü olmayan iki karakterinden biri öğretmen Nureddin Eşfak, diğeri ise Şoför Ahmet’tir. Nâzım Hikmet, İstanbul’un kenar mahallelerinde yetişen bıçkın delikanlı Ahmet’in hayatını ve kişiliğini psikolojik açıdan derinlemesine işlerken ayrıntılarda, köylüleri betimlemedeki başarısına oranla çok daha başarılıdır. Ahmet’in kenar mahallelerden seçilmiş bir bıçkın delikanlı olması, onun sınıfsal konumuna da işaret eder: Ahmet’in metindeki sınıfsal işlevi, “lumpen proleterya”yı temsil etmektir. Nâzım Hikmet, toplumun zenginler dışındaki her kesiminden emekçinin bağımsızlık savaşında bir rolü olduğunu gösterir. Kuvâyi Milliye’de anlatılan bağımsızlık savaşı emekçiler sayesinde kazanılmıştır.

Sekizinci bölüm, Kocatepe kayalıklarında karanlığı seyreden şayak kalpaklı nöbetçi simgesiyle açılır. Mustafa Kemal Paşa, onun gözünden anlatılır: “Sarışın bir kurda benziyordu. / Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.” Bu bölümde yer alan çok sayıda kısa hikâye, artık en ön cephede savaşan askerlerin hikâyeleridir. İstiklâl Marşı’nda aksayan bir taraf olduğunu düşünen Nureddin Eşfak, Mehmet Âkif’i eleştirir. Taarruzun başlayacağı ânın gelişii Nurettin Eşfak’ın saatinden öğrenilir. Yaralı bir düşman ölüsüne ayağı takılan Nurettin Eşfak, “Teselyalı Çoban Mihail”in ölüsüne “Seni biz değil, buraya gönderenler öldürdü” der.

305 satırlık “Sekizinci Bap”, destanın en uzun kısmı olmasına karşın, tarihsel olarak en kısa zaman dilimini kapsar: “26 Ağustos gecesinde saatlar iki otuzdan beş otuza kadar”. Metnin yapısında saptanan bu biçimsel karşıtlığı bir rastlantı olarak değil, “şekil” ve “muhteva” ilişkileri hakkında yoğun bir düşünme sürecinden geçen Nâzım Hikmet’in içerik ve biçim arasındaki ilişkinin diyalektiğini de kavradığını gösteren, diyalektiğin “niceliğin niteliğe dönüşümü yasası”nın bilinçli bir uygulaması olarak yorumlamak mümkündür. Destan’ın başına konulan 45 satırlık “Onlar” şiirinin “muhteva”sını oluşturan yaratılış kozmogonisinin sonsuza uzanan zaman ekseninde “halk” ve “asır” sözcüklerinde tarihselleştirildiği düşünüldüğünde, destanın sonuna yerleştirilen 305 satırlık bölümün “muhteva”sını oluşturan “müthiş ve mukaddes mâcera”nın “şafak” ve “fecir” sözcüklerinde tarihselleştirilişi anlam kazanır. Nâzım Hikmet, Kuvâyi Milliye’de, içerik düzeyinde en geniş zaman dilimini biçim düzeyinde en az sayıda satırla, içerik düzeyinde en dar zaman dilimini ise en çok sayıda satırla işlemiştir. Bir başka açıdan ifade edilecek olursa, yapıtta, içerik düzeyinde “yaratılış” ve “bağımsızlık” kavramları diyalektiğin yasalarına uygun işleyen bir dinamikte ilişkilendirilmiş, bu ilişki biçimsel düzeyde metnin başı ve sonu arasında bir bağ kurarak metne döngüsel bir nitelik kazandırmıştır. Destan’ın “Onlar” şiiriyle başlayıp yine “Onlar” şiiriyle bitiyor olması bu yorumu desteklemektedir.

Metnin dokusuna yerleştirilmiş zamansal akışın kesintiye uğradığı tek yer olan “Dördüncü Bap”, Nureddin Eşfak’ın zihninden yansıyan “Türk Köylüsü” imgesinin kurulduğu yerdir. Nureddin Eşfak’ın siyasal ve entelektüel kimliklerini de karşı karşıya getiren bu “zaman dışılık” durumunu, Nurettin Eşfak’ın zihninde somutlaşan bir bilincin, tarihsel olguları zamanın dışından bakarak yorumlayışı olarak değerlendirmek mümkündür. Bir anlamda bir “üst bilinç” olarak yorumlanacak bu bilincin, Nureddin Eşfak’ın “eylem bilinci”ni temsil ettiği kadar, bir “dünya görüşü”nü de yansıttığı söylenebilir. Nureddin Eşfak’ın Destan’ın son bölümünde yeniden ortaya çıkışı bu açıdan anlamlıdır. Son bölümde olaylar, bir ölçüde, Nureddin Eşfak’ın gözünden anlatılmıştır.

5. Sonuç: Kuvâyi Milliye’de köylüye toplumcu gerçekçi bakış
Nâzım Hikmet, Kuvâyi Milliye’de köylüyü hem soyut bir imge olarak, hem de tarihsel gerçeklik içinde eylem yapan tekil kişiler olarak işlemiştir. Nureddin Eşfak’ın “Türk Köylüsü” şiirinde biçimlenen ve dil düzeyinde anlam kazanan köylü imgesi, tarihin akışına ve olgulara zamanın dışından bakan bir “üst bilincin” ürünüdür. Nâzım Hikmet, “Türk Köylüsü”nde yarattığı bu köylü imgesini, Marksist dünya görüşüne bağlı bir bakış açısıyla somutlaştırarak, tarihsel gerçeklik içerisinde dönüşen somut bireyler olarak da anlatmıştır. Soyut köylü imgesi ile somut köylü kişilerin hikâyeleri arasındaki ilişki, yazarın toplumcu gerçekçi sanat anlayışına uygun olarak, diyalektik materyalist ve tarihsel materyalist açıdan yorumlanmıştır. Ulusal bağımsızlık mücadelesi sürecinde birer tarihsel özneye dönüşen kişilerin sınıfsal konumlarına yapılan vurgu, Nâzım Hikmet’in halkçılık/köycülük ile ulusalcılık arasındaki ilişkiyi nasıl yorumladığını da gösterir. Nâzım Hikmet, dönemin Sol edebiyat çevrelerinde yaygın olan köylü romantizmi ve hayranlığından da, sınıfsal sorunu ikincil konuma iten ulusalcı tutumdan da uzak durmayı tercih etmiş bir yazardır. Onun toplumcu gerçekçi sanat anlayışının iç sorunlarına ilişkin düşünüş sürecinden çıkardığı “gerçekçilik” anlayışı, sanat ve siyaset arasındaki ilişkiye bakışını da açıklar niteliktedir. Biçim ve içerik arasındaki ilişkinin diyalektiğine merkezî bir rol yükleyen bu anlayışın, bu çalışmada yapılan metin çözümlemesinde de görüldüğü gibi, Kuvâyi Milliye’nin biçimi ve içeriği arasındaki ilişkiyi de belirlediğini söylemek mümkündür. Nâzım Hikmet’in Kuvâyi Milliye’sinde köylüler, hem bağımsızlık savaşının öncü gücünü temsil ederler, hem de sınıf çatışmalarını barındıran bir tarihsel sürecin öznelerine dönüşürler. Nâzım Hikmet’in köylüyü bu biçimde kavrayışı, onun Marksist dünya görüşüne ve toplumcu gerçekçi sanat anlayışına uygun bir kavrayıştır.


KAYNAKLAR
Babayev, Ekber. “Nâzım Hikmet Kendi Şiirini Anlatıyor”. Nâzım Hikmet, Konuşmalar 170-187.
Bora, Tanıl ve Murat Gültekin, ed. Ahmet İnsel, Cilt Ed. Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce Cilt 2: Kemalizm. İstanbul: İletişim Yayınları, 2001.
Göksu, Saime ve Edward Timms. Romantik Komünist: Nâzım Hikmet’in Yaşamı ve Eseri. Çev. Barış Gümüşbaş. İstanbul: Doğan Kitap, 2001.
Gürsel, Nedim. Nâzım Hikmet ve Geleneksel Türk Yazını. İstanbul: Adam Yayınları, 1992.
Karaömerlioğlu, M. Asım. “Tek Parti Döneminde Halkçılık”. Bora ve Gültekin, Modern Türkiye’de Siyasî …272-83.
Karaömerlioğlu, M. Asım. “Türkiye’de Köycülük”. Bora ve Gültekin, Modern Türkiye’de Siyasî … 284-97.
Kudret, Cevdet. “Notlar”. Nâzım Hikmet, Kuvâyi Milliye 127-180.
Memet Fuat (Bengü). Nâzım Hikmet: Yaşamı, Ruhsal Yapısı, Davaları, Tartışmaları, Dünya Görüşü, Şiirinin Gelişmesi. İstanbul: Adam Yayınları, 2001.
Nâzım Hikmet (Ran). “Nâzım Hikmet Diyor Ki”. Konuşmalar 33-36.
Nâzım Hikmet (Ran). “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’na Zeyl: Milli Gurur”. Benerci Kendini Niçin Öldürdü? 267-73.
Nâzım Hikmet (Ran). Benerci Kendini Niçin Öldürdü? İstanbul: Adam Yayınları, 1995.
Nâzım Hikmet (Ran). Kemal Tahir’e Mapusane’den Mektuplar. Nâzım Hikmet Dizisi 1. İstanbul: Milliyet Yayınları, 1996.
Nâzım Hikmet (Ran). Konuşmalar. Yazılar 6. İstanbul: Adam Yayınları, 1995.
Nâzım Hikmet (Ran). Kuvâyi Milliye. İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1986.
Oktay, Ahmet. Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları. İstanbul: Tümzamanlar Yayıncılık, 2000.