1 Mayıs 2007 Salı

Eleştiride meşruiyet-otorite ilişkisi: Ataç ve Naci örneği

Kitap-lık dergisinin Mayıs 2007 sayısında yayımlanan bir yazım.
Araştırma, inceleme, eleştiri yazıları ve edebiyat tarihi kitaplarına bakılacak olursa, Türk edebiyatında eleştirinin ancak 20. yüzyılda kurumsallaştığı, bir tür hâline geldiği düşüncesi, neredeyse koşulsuz geçerlilik kazanmış bir varsayımdır. Batı edebiyatında eleştirinin bir tür olarak taşıdığı nitelikler Türk edebiyat eleştirisini değerlendirme ölçütleri olmuş, Türk edebiyatında bir eleştirinin var olup olmadığı, varsa bu eleştirinin nesnelliği ya da öznelliği hep bu ölçütlere bağlı kalınarak değerlendirilmiştir.

Eleştirinin varlığı ve nitelikleri hakkındaki bu tartışmalardan belki de daha önemlisi, Batılı anlamda bir edebiyat eleştirisinin ilkelerinin, kurallarının, yöntemlerinin Türk edebiyatına doğru ve tutarlı olarak uygulanıp uygulanmadığı sorunsalıdır. Türk edebiyatı ile Türk modernleşmesi arasındaki yakın ilişki, edebiyat inceleme, araştırma ve eleştirilerinde de hem dil tartışmaları düzeyinde, hem de ideolojik söylemlerin tarihsel seyrine bağımlı olarak kendini ortaya çıkartmayı sürdürmektedir.

Osmanlı döneminde başlayan modernleşme, Cumhuriyet döneminde Batılılaşma hedefini de projesine dâhil ederek, Cumhuriyet'in kültür politikalarında ve edebiyat üretiminde yönetici güç olmuş, "Nasıl bir edebiyat?" sorusunun yanıtı hep bu perspektif içerisinde kalarak aranmıştır. Her alanda olduğu gibi kültürel alanda da Osmanlı'dan kopuşu yeni bir toplum ve yeni bir insan yaratma projesinin ilk adımı kabul eden Cumhuriyet iktidarlarıyla bütünleşen aydınlar, halkla bütünleşmek, siyasal ve kültürel atılım projelerini halka benimsetmek için uyguladıkları bir dizi programın yanı sıra edebiyatı da bu amaçlarına ulaşmada araçsallaştırmış, hem iktidar hem de muhalefet sesini topluma edebî ürünler aracılığıyla ulaştırmaya çabalamıştır.

Batılılaşma, Türk edebiyatının tarihinin yazılması ve edebî ürünlerin niteliksel değerlendirilmesinde temel perspektif olmuştur. Bu doğrultuda, örneğin Divan şiirine yaklaşım, Batı'da yaygın ve baskın bir yaklaşım biçimine dönüşmüş olan bakış açılarına verilen bir genel ad olarak Oryantalizmin etkisinde kalmıştır. Osmanlı edebiyatına yönelik olumsuzlayıcı ve değer düşürücü eleştiriler, özellikle Cumhuriyet aydınları tarafından, Batılı kaynaklardaki eleştiriler de hiç sorgulanmaksızın benimsenerek yoğun olarak üretilmiştir. Edebiyat ortamını belirleyen birtakım adlar ortaya çıkmış, bu "eleştirmen"ler edebî ürünlere ilişkin değerlendirmelerini kuramsal temeller üzerine oturtmak, nesnel ölçüt arayışına girişmek yerine, varlıklarını iktidarlara ya da egemen ideolojik söylemlere dayandırarak meşruiyet kazanmayı başarmış, birer otorite kimliği edinmiştir.

İkinci Meşrutiyet dönemi aydınlarını eyleme geçiren halkçılık ideolojisi, etnik temelli bir Türk devletinin kuruluşuna uzanan süreçte ulusçuluk ideolojisiyle organik bir bağ kurarak, Cumhuriyet'in kültür politikalarının belirlenmesinde ve dönemin aydınlarının yeni iktidarla bütünleşmesinde başrolü üstlenmiştir. Osmanlı'nın mirasını reddeden Türkiye Cumhuriyeti, kültür'de de eski'den kopuşu ve yeni'yi arayışı kendine şiar edinmiştir. Modernleşme sürecinin başından beri düşünsel kaynaklarını Fransız kültüründe bulan aydınlar, Cumhuriyet döneminde yeni bir edebiyat ararken Fransız edebiyatıyla geleneksel bağlarını kopartmamış, ama denebilir ki, edebiyatı halkla bütünleştirmeyi hedefleyerek yeni bir estetik arayışa girmiştir.

20. yüzyıldaki siyasal yerini Batı'da gören Cumhuriyet'in resmî ideolojiyle şu ya da bu ölçüde bütünleşen aydınları, yeni toplumun, sınıfsızlık, korporatizm ve solidarizm ilkeleriyle yaratılması gereği üzerinde tam bir görüş birliği içinde olmuştur. Tartışma, halkçı/ulusçu yaklaşımı savunanlarla Batıcı/hümanist yaklaşımı savunanlar arasında yürütülmüştür. Sonraları Türk solu da Batıcı/hümanist yaklaşımla –Ahmet Oktay'ın nitelendirmesiyle– bir "ortakyaşarlık" ilişkisine girerek Türk edebiyatında "toplumsal gerçekçilik"in tahakkümünü doğurmuş, edebiyat eleştirisi onyıllar boyunca siyasal ve sosyal ayrışmalara koşut bir gelişim göstermiştir.

Bu yazının amacı, eleştirmen-otorite-meşruiyet ilişkisini sorgulamaya uzanan bir çizgi üzerinde, Türk edebiyatında eleştirinin tarihine yakın bir bakışı gerçekleştirmek ve eleştirel yaklaşımlarda bulunabilmektir. Bu amaçla, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında, birbirini izleyen iki dönemin otorite konumundaki iki eleştirmeni olan Nurullah Ataç ve Fethi Naci'nin eleştiri anlayışları sorgulanacak, bu iki eleştirmenin meşruiyet-otorite ilişkileri bağlamında birbirleriyle nasıl bir "süreklilik" ilişkisi içine girdikleri saptanacaktır.

*

Ellili yıllara dek edebiyat ortamını belirleyen ve Batı edebiyatının klasiklerini model alan eleştiri anlayışının güçlü temsilcisi Nurullah Ataç (1898-1957), bugün artık birer "deneme" olarak nitelenen yazılarında dilde ve edebiyatta eski'den tam bir kopuşu savunmuş, yeni'yi ise doğrudan doğruya Batı'da aramıştır. Halkçı/ulusçu anlayış ile Batıcı/hümanist anlayış arasındaki tartışmalarda yerini Batıcılar arasında alan Ataç'ın edebî yapıtlara yönelen eleştirilerinde, Batı uygarlığını kuran değerler birer beğeni ölçütüne dönüşmüştür.

Ataç'ın yazılarının toplandığı kitaplardan Karalama Defteri - Sözden Söze adlı kitaba yazdığı önsözde Konur Ertop'un belirttiği gibi, Ataç, "Batı düşüncesini, batı sanatını tümüyle kavramak için bu uygarlığın temellerine, Yunan ve Latin dil ve uygarlıklarına yönelmek gerektiğini savunur" (8). Bu görüşler, otuzlu ve kırklı yılların halk eğitimine ve çeviri politikalarına damgasını vuran hümanist yaklaşımla uyum içerisindedir. Ancak, Ataç, köycülük akımına katılmaz, çünkü popülist söylemlerin karşısındadır, çoğunluğun beğenisinin edebiyatta belirleyiciliğine itiraz eder. Ahmet Oktay, "Geçiş Döneminin Yazarı: Ataç" başlıklı yazısında, Ataç'ın "popülist ve ulusçu görüşlere kesinlikle karşı çıktığını" belirterek şunları söyler:
Ataç, bugün öz/biçim, toplumcu/bireyci, ulusçu/batıcı kavram çiftleriyle dile getirilen o dönem tartışmalarında tümüyle radikal bir tavır alır. İlkin, onun popülist ve uluscu görüşlere karşı çıktığını belirtmek gerekir. Bu yüzden, Ataç'ı Kemalizme bağlı olmasına rağmen Millî Şef döneminin gönüllü ideoloğu saymaya olanak yoktur. Çünkü o yıllarda doğrudan doğruya Halk Partisi tarafından yönlendirilen köycülük düşüncesini hiç benimsememiş, yine o yıllarda iktidar yandaşı yazarlar tarafından geliştirilen ve toplumcu yazarlarca da desteklenen yararcı yazın anlayışını ise ömrünün sonuna kadar eleştirmiştir. Ataç'ın İnönü döneminde başlatılan Atatürk'ün kutsallaştırılması olayına da karşı çıktığı ve 10 Kasım kutlamalarını eleştirdiği de bu noktada anımsatılabilir. (171)
Oktay'ın, Ataç'a yüklenen "Millî Şef döneminin ideoloğu" niteliğinin geçersizliğini kanıtlamaya çalışan bu sözlerine karşın, Ataç'ın Kemalizme bağlılığı, Cemil Meriç'in Ataç'a ilişkin eleştirilerindeki üslubun keskinliğini ve sertliğini açıklayıcı niteliktedir. Ataç'ın ölümünden on yıl sonra Jurnal'ine düştüğü notta Meriç, onu bir "cenin-i sâkıt", "şahsiyetsiz, otoritesiz, gurursuz bir aktör" gibi nitelendirmelerle yerden yere vurur. Meriç'in Ataç'a 'düşmanlığının' nedenlerini şu sözlerde görmek mümkündür:
Sonra Ulus'a yazar oldu. Halk Partisi eşkıyalarının çoban köpeği ve İnönü'nün tercümanlığına naspedildi. Bu adam hiçbir ideolojinin içine girmemiştir, bir mezar kazıcıdır. Bu adamın adam diye sahneye çıkardığı kim varsa, kendisi gibi, haysiyetten mahrumdur. Ataç, çöken bir cemiyetin harem ağasıdır ve bir hadımlar edebiyatının akıl hocasıdır. [...] Ataç, Mustafa Kemal rejiminin bütün sefaletlerini edebiyata sokan şımarık, yılışık, cahil ve kabiliyetsiz bir dilekçe yazarıdır. Türkiye, bütün kütüphaneleri yakılan, bütün mazisi, bütün tarihi imha edilen bu bedbaht ülke, bu panayır soytarısından daha münasip bir mezarcı bulamazdı. (159-160)
Meriç'in değersizleştirici bir tutumla savurduğu bu öfkeli sözler, Ataç'ın eleştiri düşüncesini kuran kimi öğeleri de ortaya çıkartmaktadır. Meriç'in Ataç'ı "mezar kazıcı" olarak suçlamasının nedeni, Ertop'un saptamasının gösterdiği gibi, Ataç'ın "Doğu düşüncesinden batı düşüncesine geçmeyi, batının toplumsal kurumlarını benimsemeyi" amaçlamasıdır (8). Bir diğer nedeni ise, yine Ertop'un şu saptamasında görülebilir: "[D]ivan şiirini de halk şiirini de duruk bir toplumun ürünü olduğu, düşünceye değil yalnızca söyleyiş ustalığına önem verdiği için eleştirir" (8). Ataç'ın divan şiirine duyduğu sevgi onun eleştiri anlayışını hiç etkilemez; Gölpınarlı'nın, Divan Edebiyatı Beyanındadır adlı kitabında Divan edebiyatına yönelttiği olumsuz eleştirilerin dozunu ağır bulsa da yeni ile eski arasında bir köprü kurmak istemez.

Meriç'in "bütün kütüphaneleri yakılan, bütün mazisi, bütün tarihi imha edilen bu bedbaht ülke"nin edebiyat ortamına nüfuz eden Ataç beğenisine tepkisini kabul edilse de edilmese de anlamak, Ataç'ın eleştiri anlayışını çözümledikçe daha da kolaylaşır. Oktay, Ataç'ın "döneminin popülist eğilimine karşı çıktığı gibi geriye yönsemeli (regressive) yaklaşımlarına da karşı çık[tığını]" belirterek onun eski ve yeni arasındaki tercih sorunsalını şu sözlerle saptar:
Hiç kuşkusuz, içinde yetiştiği kültür ortamı'na, o ortamın değerlerine bağlıdır bir yanıyla. Ama geçmişi hiçbir zaman belirleyici öge olarak görmemiştir. Bakî'nin olduğu kadar Yahya Kemal'in de gelişen ve değişen toplumsal koşullar karşısında işlevlerini yitirdiklerini görür. Eski ustaları zaman zaman ansa da, yarın'ın hep genç yazarların elinde olacağını söyler. Tanpınar'la düşünsel düzeydeki uzlaşmazlığının nedeni budur. Tanpınar'ın geçmiş ilgisini yeterli biçimde değerlendirememiş olabilir Ataç. Ancak, bu ilginin ikircikli bir yanı olduğunu gördüğüne inanmak gerekir. (172)
Tanpınar da, ölümünden sonra Edebiyat Üzerine Makaleler adlı kitapta toplanan yazılarından bazılarında Ataç'ı değerlendirir. 1941'de yazdığı "Tenkit İhtiyacı" başlıklı makalesinde (73-75), "münekkit diyeceğimiz muharrir henüz yetişmedi" yargısına varırken, "bir isim, son senelerde sık sık tesadüf edilen feyizli bir isim beni şüpheye düşürüyor" der. Tanpınar, buna ek olarak, "[f]akat şimdiye kadar o kendisini bir an'anenin veya tek bir eserin havasına kapamağı pek az tecrübe etti" şeklinde bir yorum yaparak, Ataç'ın ideolojik bağlanıma karşıtlığını eleştirir. Tanpınar'a göre, Ataç, "Thibaudet'nin sanatkârlara mahsus tenkit diye adlandırdığı nev'in en iyisini yap[mıştır]." Tanpınar'ın bu değerlendirmesi, Servet-i Fünun dönemi eleştiri anlayışını oluşturan tartışmaları çağrıştırmaktadır.

Tanpınar, beş yıl sonra, "Dostluğa ve Nurullah Ataç'a Dair" başlıklı makalesinde de (433-436) aynı yargıyı bu kez şu sözlerle yineler: "arkasında kıymet hükümlerini ister istemez idare eden bir eser olmadan güzellik âleminde dolaşan bu zekâdan daima yararlandım." Tanpınar'a göre, Ataç, "kendisinden şüphe eden adam sıfatıyla, durmadan fikirler arasında gezindi. [....] O kendisini aradıkça, okuyucuları kendilerini buldular." Ataç'ın ideolojik bağlanım karşıtlığına ve düşüncesindeki sürekli ve sık değişime vurgu yapan bu değerlendirmeler, Tanpınar'dan çok sonra, Ataç hakkında yazılan yazılar ve incelemelerde de yinelenecektir.

Ataç'ın 1957'de ölümünün hemen ardından kaleme aldığı "Nurullah Ataç İçin" başlıklı makalesinde (437-441) ise Tanpınar, Ataç hakkında ayrıntılı bir değerlendirme yapar. "Bütün hayatını [...] 'sohbet' kelimesinde toplayabilirsiniz" diyerek, Ataç’ın eleştiride konuşma diline verdiği önemi açığa çıkartır. Tanpınar'ın Ataç hakkındaki şu sözleri, Ataç'ın hem eleştiri anlayışını ve dilini hem de edebiyat ortamı üzerindeki güçlü etkisini betimler:
Yazılar biraz gelişince konuşmasının lezzetine ve üslûbuna erdi. Şüphesiz çok şaşırttı ve etrafında büyük hiddetler uyandırdı. Yahya Kemal gibi izah ederek konuşmuyordu. Hiç bir dünya görüşüne açıkça dayanmadan, hiç bir inancı istismar etmeğe tenezzül etmeden, sadece zevk denen ve kendisine âdeta insiyakî olan melekeye dayanarak asıp biçiyordu. Kaleyi içten fethetmesini pek bilmezdi. Tek başına, bayrağı yakaladığı gibi hücuma geçenlerdendi. Fotoğraf çektirir gibi, mabeyinde bayramlaşmağa gider gibi konuşmaya alışmış bir edebiyatta, bu herkesin ayağına basa basa yürüyen adam, elbette birtakım hiddetler uyandıracaktı. Nurullah, etrafını kızdırdığı derecede sevildi. Bu hiddetin dalgaları edebiyatımızda daima görülecekti, tıpkı hakkı olan sevginin dalgaları gibi. (438)
Tanpınar'ın Ataç'ın düşüncesinde tahammül göstermekte zorlandığı unsur, Ataç'ın dilde özleşmeyi militanca savunmasıdır. "[E]n hâlis Türkçe kelimeleri dilden atmağa kalkması bir türlü anlayamadığım şeydir. O, milletimizin dilini en iyi konuşan adamdı; bir klan diliyle konuşmağa kalkıştı. Ne yazık! Akıl her zaman akıl değildir ve olmuyor" (440-441) diyerek, Ataç düşüncesinden ve daha geniş bir bağlamda Cumhuriyet'in kültür politikasından kopma noktasını da gösterir. Oktay ise, Ataç'ın dil konusundaki tutumunu onun Batıcılığıyla ilişkilendirerek şöyle çözümler:
Ataç, Türk toplumunun kesinlikle batılı olmasından yanadır ve geçmişle tehlikeli ilişkilere girişmeyi bu yüzden istemez. Onun, dil devrimi’'deki tutumunu da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Düşünmenin ancak dille mümkün olabileceğini biliyordu elbet Ataç. Bu konudaki ödünsüzlüğü, aşırılığı, benimsediği usculuğun (rationalism) gereğiydi. Düşünce, eğer gerçekten düşünce ise, belli bir noktada duraklayamaz. Yanlış olsa bile, sınırlarının ucuna gitmek zorundadır. Ataç, bu tür tehlikeli yolculuklara çıkabilen insandı. Zamanını etkilemesinin temel nedeni budur. Yeniye açık oluşu, dahası yeniyi arayışı, düşüncelerini yaşamın olguları, gerçekleri karşısında sürekli sınayışı, onu kendi döneminin benzersiz kişisi kılmıştır. Ataç'ın yapıtını en iyi özetleyebilecek sözcüğün arayış olduğunu düşünüyorum. (172-173)
Asım Bezirci, Ataç'ın eleştiri anlayışının öznelliğini çözümlediği, eleştirdiği, karşısına nesnel eleştirinin ayrıntılı bir açıklamasını yerleştirdiği, Nurullah Ataç: Eleştiri Anlayışı ve Yazıları adıyla kitaplaşan incelemesinde Ataç'ı şu sözlerle değerlendirir:
Eleştiricilikten çok sanatçılık yanı, yargılayıcılıktan çok düşündürücülük yanı ağır basan bir denemeci. İçtenliği, öfkeliliği, yürekliliği, aşırılığı, yalınlığı, bağımsızlığı, şüpheciliği, usçuluğu, doğruluğu ile ilgiyi çeken bir denemeci. Eskiye, alışılmışa, çirkine, sahteye, doğululuğa, doğmacılığa, bağnazlığa karşı kazan kaldıran bir denemeci. (40)
Ataç hakkında yazılan yazılar ve yayımlanan incelemeler arasındaki bu küçük gezinti, Ataç'ın eleştiri hakkındaki görüşleriyle tamamlanmalıdır. Ataç'ın eleştiriye bakışında zaman içerisinde bazı kırılma noktaları saptamak mümkündür. 1922'de Akşam'da yayımlanan, "Münekkid Hakkında" başlıklı yazısında sanat, eleştiri ve eleştirmen arasındaki bağıntıyı şöyle açıklar:
Sanat, tabiatın bir mizac arasından görünüşüdür, derler. Tenkid de eserlerin ve muharrirlerin bir mizac arasından görünüşüdür. Münekkid de, şair gibi, ne kadar ihtiraslı olursa o kadar alâkamızı celbeder. Kuvvetli bir şahsiyete malik olması şartiyle içtimaî, siyasî, ahlâkî, velhasıl her türlü "efkâr-ı batıla"sı, kinleri, hasedleri münekkidi daha câzib kılar. (aktaran Bezirci 90)
On yıl sonra yazdığı "Yine Tenkit" başlıklı yazısında ise, "ilmî tenkit" ve "bediî tenkit" adlarıyla iki tür eleştiri tanımlar: Ataç'a göre, "İlmî tenkit idealist değildir; o, bütün eserleri birer realite diye kabul eder ve onları kıymetlerine göre değil, cinslerine göre tasnife kalkışır." Bu eleştiri türünün "bediîyat" alanında hemen hemen hiçbir hizmeti olmadığını söyler. "Bediî tenkit ise daima idealisttir. Yapılanı değil, yapılması lâzım geleni düşünür. Bunun için daima hoşnutsuzluk gösterir" (aktaran Bezirci 92).

Ataç'ın, eleştiride yaptığı bu ayrım karşısında bir denemeci olarak seçtiği eleştiri türü, ikincisi olacaktır. Ataç'ın beğeniye dayalı, hazcı bir tutumla yansıttığı seçmecilik, ayıklamacılık, yeni bir edebiyatın yaratılmasını ve halkla bütünleştirilmesini savunan Cumhuriyet'in kültür politikasıyla uyum içindedir; bu politika, Ataç'ın kendi deyişiyle, "yapılanı değil, yapılması lâzım geleni düşünür."

Ataç'ı dönemin edebiyat eleştirisinde öne çıkartan, yeni edebiyatın değer ölçütlerini edebî ortama uygulatan, tam da bu anlayıştır. Batıcı/hümanist anlayışın savunucuları yalnızca yeni bir toplum yaratmayı, evrensel kültürle bütünleşmeyi hedeflemedi, bunun aynı zamanda yeni bir insan ve yeni bir edebiyatı gerektirdiğini de düşündü. Batılılaşma idealine bağlanan bir kültür politikasının bu idealden herhangi bir sapmaya hoşgörüsü yoktu. Eleştirinin ölçütleri de elbette kesindi ve bu ideale bağlıydı. Bu ölçütlere uyan edebî yapıtlar sevilecek, beğenilecek, önerilecek; uymayanlar ise acımasız sözcüklerle yargılanacak, edebiyat ortamının dışına atılmak istenecekti. Ataç'ın edebiyat ortamına nüfuzu bu bağlamda gerçekleşti.

1953 yılına gelindiğinde Ataç'ın eleştiriden anladığı, epeyi değişmiştir. "Gene Eleştirme" başlıklı yazısında, eleştiriyi tanımlarken, nesne, çözümleme, bağlanma gibi sözcükler kullanır. Eleştiri, "[b]ir şairin, bir romancının nasıl yarattığını araştırmak, kavramağa çalışmaktır." Ataç'ın eleştiri anlayışındaki değişim, hatta dönüşüm şu sözlerde iyice somutlaşır:
Oysaki eleştirme kendi içimizi dinlemekle olmaz, bir nesneye bağlanacağız, onun niteliğini kavramağa, kavrayıp da göstermeğe çalışacağız. Onda ne varsa onu söyliyeceğiz, yalnız onu söyliyeceğiz. Çözümlemek, "tahlil etmek", biz işte onu beceremiyoruz [...] Eleştirmecinin başlıca ödevi belki de yaratıcı olmamaktır. Kendi içinde olanları, kendi düşüncelerini değil, deştiği, çözümlediği nesnenin içinde ne varsa onu söyliyecek. (aktaran Bezirci 185)
Denebilir ki, Ataç yazı yaşamının otuz yılı içerisinde eleştiriyi sanat sayan bir anlayıştan eleştiriyi bilim sayan bir anlayışa doğru düşüncesini geliştirmiştir. Başlangıçta sanatçı olmak isteyen ve edebiyat ortamına şiirle giren Ataç, bunu beceremeyeceğini düşünerek eleştiride, daha doğrusu denemecilikte karar kılarak otuz yılı aşkın bir süre boyunca bu türde yazılar yazmış, bu süre boyunca da edebiyat ortamına nüfuz etmiş, beğenileriyle otorite olmuştur.

*

Türk edebiyatında özellikle yetmişli yıllardan itibaren otorite konumuna hızla yükselen bir diğer eleştirmen de, Ataç'ınkine benzer bir öyküyle, üniversiteye dönemeyip bilim adamı olamadığı için eleştirmen olmaya karar veren Fethi Naci'dir. Naci'nin yazı yaşamının Ataç'la doğrudan bir ilişkisi vardır: Naci'nin "Yazarın Gerçeğe Bakışı" başlıklı ilk yazısı 1954’te yayımlandığında Ataç, Ulus gazetesinde bu yazı hakkında bir yazı yazar. Naci, kendisiyle yapılan bir söyleşide (Fethi Naci’ye Armağan 16), Ataç'ın, yaşadığı sürece yazılarına ilgi gösterdiğini söyler. Naci'nin ilk kitabı olan İnsan Tükenmez yayımlandığında Ataç, bu kitap hakkında üç yazı yazar. Bu yazılarda Ataç, Naci'nin düşüncelerine karşı çıkmakta ama "yazış" biçimini beğenmektedir, çünkü "tek cümle yanlışını bulamamıştı!" (16). Dil düzlemindeki bu otorite-meşruiyet ilişkisi, sonraki yıllarda Naci'nin de edineceği otoritenin bir parçasını oluşturacaktır.

Ataç ile Naci arasındaki ana ayrılık, bir ideolojiye bağlanım olarak görünmektedir. Ataç hiçbir ideolojiye ve dünya görüşüne bağlanmamayı kendi düşüncesi için motor ilke sayarken, Naci eleştiri pratiğini toplumcu ideolojiye bağlanarak oluşturur. İlk bakışta gözlenebilecek bu ayrım aslında bir yanılsamadır: Ataç'ın ideolojik bağlanımsızlığa yaptığı vurgu, onun bir ideolojisi, bir dünya görüşü olmadığı anlamına gelmemelidir. Ataç'ın ideolojik bağlanmaya duyduğu tepki ve düşüncesindeki değişim ilkesine ilişkin olumlu değerlendirmesi, aslında Kemalist ideolojinin söylemine koşut bir söylemdir.

Kapitalizm, faşizm, sosyalizm, liberalizm gibi, 20. yüzyılın büyük anlatılarından hiçbirini Cumhuriyet'in kurucu ideolojisi yapmayan Kemalizm, kendini özgün bir ideoloji olarak kurmaya çalışmış, sınıfsız, korporatist, solidarist bir toplum yaratmayı hedeflemiş, kendi dışında hiçbir ideolojiyle organik bağ kurmak istememiştir. Kemalist ideolojinin bu söyleminin Ataç'ın düşüncesindeki izdüşümü, değişkenlik ve arayış sözcüklerinde anlam bulmuştur. Kemalist ideolojinin hedeflediği toplum ideali İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra uluslar arası dengelerin değişmesi sonucunda çökmüş, ona inananları büyük hüsrana uğratmıştı. Ellili yılların hızlı kapitalistleşme dönemi, toplumdaki sınıf ayrımlarını ve çatışmalarını güçlendirmiş, ideolojik söylemleri öne çıkartmıştır.

Bu yıllar, Fethi Naci'nin yazmaya başladığı, toplumcu düşüncenin sanat ve edebiyat kuramcılarıyla tanıştığı, toplumcu gerçekçi edebiyat kuramını benimsediği yıllardır. 1950 sonrası Türkiye'sinde siyaset ve edebiyat alanlarında temel eğilimler, sınıf ayrımlarını ve çatışmalarını önemseyen ve sorgulayan aydınlarca belirlenmiştir. Fethi Naci, siyasal yaşamına koşut olarak, edebiyat eleştirisinde bu eğilimin öncüsü ve temsilcisi olmuştur. Edindiği otoritenin meşruiyeti bu bağlamda aranmalıdır. Denilebilir ki, Nâzım Hikmet'in hapishane yıllarında Kemal Tahir'le yazışmalarında tartıştığı "realizm", asıl kuramsallığını ve uygulamasını Fethi Naci'nin eleştiri yazılarında bulmuştur.

Yıldız Ecevit, "Fethi Naci'de Toplumcu Estetiğin Üç Aşaması" başlıklı yazısında, Fethi Naci'nin eleştiri pratiğinin titiz bir okumasını yaparak bu pratiği üç döneme ayırır. Ona göre, "Fethi Naci 'ekonomist' kimliği ve 'toplumcu' düşünce yapısı doğrultusunda, Marksist kuramın 'ekonomik determinizm'ini estetik alana taşır: 'Altyapı üstyapıyı belirler'” (101).

Ecevit'e göre, ilk kitabı İnsan Tükenmez’de Plehanov'dan yararlandığını söyleyen Fethi Naci, "Marksist estetiğin en tutucu kanadı 'toplumcu gerçekçilik'ten yola çıkmıştır; bugün ise 'toplumcu' görüşlerinden ödün vermeksizin 'romanın kurgu ve yapı (demek) olduğunu' söyleyebiliyordur" (102). Ecevit'e göre bu kitap, "Türk edebiyat eleştirisindeki toplumcu gerçekçi eğilimin önemli ve ilginç bir belgesidir; genç Fethi Naci'nin sanatın/edebiyatın görevi, yazarın özgürlüğü, yazarın sorumluluğu, güdümlü sanat ve benzeri konulardaki görüşlerini içerir" (105).

Ecevit, Fethi Naci'nin 1959 yılında yayımlanan "Bir Autocritique Denemesi" başlıklı yazısının onun toplumcu gerçekçi görüşün dogmatik ölçütlerinden bazılarını terk ettiğini gösterdiğini saptar. Bu özeleştiri yazısı, dönemin toplumcu çevrelerinde tepkiye karşılanır. Ecevit, bu yazıda Naci'nin, örneğin "olumlu tip" sorununun Batı edebiyatı için doğru ama bizim için şimdilik hiç de gerekli olmayan bir sorun olduğunu söylediğini vurgular (106).

1959'da yayımlanan ikinci kitabı Gerçek Saygısı'nda Naci, "bilinen açıklamaları, kolay yargılamaları bırakalım, gerçeklerimizi arayıp bulmaya çalışalım" demektedir. Fethi Naci, bundan sonraki eleştirilerinde edebiyata "daha bir edebiyatça" yaklaşacaktır artık. Toplumsal gerçekliği roman gerçekliğine dönüştürmekten söz edecektir, bunu yapamayan yazarları eleştirecektir (Ecevit 107).

Ecevit, Naci'nin eleştirideki ana ölçütlerini şöyle açıklar: "toplumsallık", incelenen metinlerde toplumsal dinamiğin doğru kavranıp kavranmadığını saptar (108); "roman kişisinin tipikliği" ölçütü, romanlarda özel ile genelin, bireysel olan ile toplumsal olanın bireşiminin başarılıp başarılamadığını sorgular (110). Naci'nin eleştiri yazılarında sıkça rastlanan "ete kemiğe bürünmek" deyimi ise, Ecevit'e göre, "gerçek gerçeklik"in "kurmaca gerçeklik"e dönüşmesi demektir (111). Naci, sanatta dogmacılığa karşı çıkar, önceden saptanan kurallara göre sanat yapılamayacağını söyler (113); ellilerin köy romanlarını ve altmışların egemen sosyalist görüşlerini eleştirerek edebiyatın araç olmadığını vurgular (113).

Seksenli yıllardan itibaren Fethi Naci'nin eleştirisine farklı bir estetik yaklaşımın sızdığını düşünür Ecevit: Modernist/postmodernist romanlara duyduğu ilgiden, romanın kurgu ve yapısına verdiği önemden söz eder (115). Ecevit, bu son aşamayla birlikte Fethi Naci'nin eleştirmenlik çizgisinin toplumcu eleştirinin iki uç noktası arasında gerçekleşen bir yolculuk olduğunu söyler: Güdümlülük anlayışından eleştirel gerçekçiliğe, oradan da avangarda ilgiye uzanan bir yolculuktur bu (117). Ecevit'in değerlendirmelerinde tartışmamızı yakından ilgilendiren asıl saptama, öznel-nesnel ayrımı ve izlenimci eleştiri anlayışı ile ilgili olarak söylediği şu sözlerdir:
Fethi Naci'nin eleştirileri genelde "öznel" bir renk içerirler; yazarın kişiliğini yansıtmasına olanak tanıyan "deneme" türünün örnekleridir; "izlenimci" edebiyat eleştirisinin eğilimleriyle bütünleştirler. Bu metinler, Türk edebiyat eleştirisindeki ana eğilim diyebileceğimiz "toplumsal" eğilimli "izlenimci" eleştirinin özelliklerini taşırlar. (118)
Ecevit'in bu saptamalarını destekleyen başka yazarlar da var. Mustafa Kutlu, "Söz Zulmeylemek" başlıklı yazısında, Fethi Naci ve Nurullah Ataç arasındaki ilişkiye şu sözlerle dikkat çeker:
Ataç, yazarın en çok söz konusu ettiği eleştirmen. Onu çok sevdiğini ve ondan çok etkilendiğini anlıyoruz. Ataç "yüzmek" yerine "çimmek" kelimesini kullanırmış. Yazar da Ataç'ı takliden yüzmek yerine "çimmek" kelimesini tercih ediyor. [....] Fethi Naci ele aldığı eserleri toplumsal ve siyasal bakımdan irdeleyip eleştirdiği gibi, esas itibarı ile edebî açıdan tenkit ediyor. Bu nesnel yaklaşımın gerisinde hissiyatını da işe karıştırdığını görüyoruz. Tıpkı hocası Ataç gibi sevdiklerini ve sevmediklerini (sebeplerini de göstererek) açık açık ortaya koyuyor. Bu yaklaşım yazarın edebiyatı aynı zamanda bir "gönül işi" olarak algıladığına işaret ediyor. (123-124)
Orhan Pamuk, "Yaşanmış Ayrıntı" başlıklı yazısında, "Ataç'ın bütün eserinde" görülen "öğrencisini azarlayan öfkeli bir öğretmenin asabiliği"nin daha sonra Fethi Naci'de de görüldüğünü söyler:
Nurullah Ataç, edebiyatımızın Fethi Naci kadar ünlü ve güçlü diğer tek eleştirmeni, böyle bir âlemden "Batılı" bir edebiyat ortamına kestirmeden geçmek isteyen elli yıl öncesinin edebiyatçılarının heveslerini, acımasızlıkla "heves" olarak teşhis edip onlara hadlerini bildirmekle, özendikleri Batı kadar "Batılı" olamadıklarını hatırlatmakla ününü yapmıştı. En eğlenceli, en iyi yazılarını gününün en iyi eserleri karşısında heyecanla sevgi duyarken değil, vasat kitaplar, sıradan saçmalıklar karşısında öfkelenirken yazmıştı. Akılsızın akılsız olduğunu söylemek zeki olmanın kısıtlı bir yolu olduğu için, Ataç'ın bütün eserinde (etkileri daha sonra Fethi Naci'de de görülecek olan) öğrencisini azarlayan öfkeli bir öğretmenin asabiliği hissedilir. (127)
Bir başka yazar, Cemil Kavukçu da, "Özlü Bir Yaşam" başlıklı yazısında, ilk kitabı Temmuz Suçlu hakkında Fethi Naci'nin yazı yazdığını öğrendiğinde hissettiklerini şu sözlerle dile getirir:
Çok şaşırdım. Bir o kadar da korktum. Çünkü Fethi Naci, beğendiği kitapların yanı sıra beğenmedikleri üzerine de yazan, ele aldığı yapıtı derinlemesine inceleyen bir eleştirmendi. Dergiyi alıp benimle ilgili yazıyı ilk okuduğumda hiçbir şey anlamadım; yalnızca, öykülerimi beğendiği sonucunu çıkarabildim. Sonra birçok kez, sindire sindire okudum o yazıyı. Bir mektup yazarak teşekkür ettim. (129)
Kaan Arslanoğlu, "Fethi Naci'nin Roman Eleştirisinde Yöntem ve Ölçütler" başlıklı yazısında, Fethi Naci'nin öznel ölçütünü şöyle açıklar:
Sonuç olması, toparlayıcı olması bakımından F. Naci'nin bir yazardan alıntıladığı şu öznel yargı aktarılabilir: "Bir kitabı okuyup bitirince sizde ruhça bir yükselme olmuşsa, hiç çekinmeyin, o kitabın büyük bir eser olduğunu söyleyebilirsiniz." Ya da Fethi Naci'nin kendi öznel ölçütü: Bir romanı yeniden okumak isteği içinizde doğmuşsa, o roman iyi bir romandır. Görüldüğü gibi bu iki ölçüt de kişiden kişiye çok değişecek ölçütler (135).
Bu değerlendirmelerden daha çarpıcı olan sözler Fethi Naci'nin bizzat kendisinden gelmektedir. Doğan Hızlan'ın Fethi Naci ile gerçekleştirdiği bir söyleşide Naci şu sözleri söyler: "Bana ne okurdan! 'Kendim için' yazıyorum ben eleştirilerimi. Ve bence en başarılı eleştiriler, okura, eleştirilen kitaptan bağımsız olan bir edebiyat hazzı veren eleştirilerdir" (193).

Ataç'ın denemeciliğini temellendiren hazcılık eğiliminin Fethi Naci'nin eleştiri pratiğinde 1997 yılında vardığı noktada kendi sözleriyle ortaya çıkışı, Türk edebiyatı eleştirisinde iki ayrı eleştiri döneminin tersine bir süreçte işlediğini düşündürmektedir. Eleştiri sanat sayan bir anlayıştan eleştiriyi bilim sayan bir anlayışa doğru evrilen Ataç pratiği, eleştiriyi kuramsallaştırarak başlayan Naci pratiğinde sanatsallığa doğru bir evrilme sergilemiştir. Eleştirmen kimliğinin onayını Ataç'ın, kendisi hakkında yazdığı yazı sayısında ve dilbilgisini kullanımdaki başarısını tesbitinde gören Naci, tersine bir süreçle, eleştiri anlayışındaki evrimini Ataç'ın başladığı noktaya ulaştırmıştır.

Edebiyat ortamına nüfuzları, yazarlarda ve okurlarda uyandırdıkları otorite imgeleri, dile gösterdikleri aşırı duyarlılık, kişisel beğenilerini çekinmeden ifade etmeleri, eleştirmenlik mesleği hakkında düşündükleri (hem Ataç hem de Naci eleştirmenliğin zaman ve parayla ilişkili sorunlarından söz ederler), ideolojik bağlanımları, Türkiye'nin siyasal tarihinde iki ana dönemin edebî eleştiri pratiğini belirleyen iki otorite olmaları; bütün bu benzerlikler Ataç ve Naci'yi öznellik-nesnellik sorunsalı ve otorite-meşruiyet ilişkileri bağlamında birlikte ele almayı haklı ve gerekli kılmaktadır.

*

Cumhuriyet ile birlikte Türk edebiyat eleştirisinde iki eksen oluşmuştur. Birinci ekseni edebiyat-dil ilişkisi yapılandırmıştır. Dil tartışmaları, Tanzimat'ta başlamakla birlikte, özellikle Cumhuriyet döneminde toplumsal ve kültürel değişim sürecindeki işlevi de gözetilerek yapılmış, bu "özen" edebiyat ortamına ve eleştirisine de yansımıştır. Edebiyat hakkında yapılan tartışmalarda dilsel boyut, eleştirinin diğer boyutlarından, örneğin kuramsal boyutundan çok daha fazla önem kazanmıştır.

Nurullah Ataç ve Fethi Naci'nin, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyat ortamına "eleştiri"leriyle "yön veren" iki ad olarak, meşruiyet ve otoritelerini, edebî ürünlere birer Türkçe öğretmeni edasıyla yönelttikleri "azarlayıcı" değerlendirmelerle kazandıkları söylenebilir. Bu iki örnek, Türk edebiyatında hem eleştirinin hem de eleştirmenin meşruiyetinin dilsel boyutta oluştuğunu, bu boyutun eleştirmenlere otorite kimliği kazandırdığını kanıtlamaktadır.

Türk edebiyat eleştirisinin ikinci boyutunu ise, edebiyat-siyaset ilişkisi belirlemiştir. Cumhuriyet öncesi Türk edebiyatında egemen ideolojik söylem, emperyal bütünlüğün korunmasını hedefleyen düşünsel kaynak arayışlarından ulusalcılık/halkçılık ideolojilerine doğru evrilmiş, Cumhuriyet'te ise bu ideolojik bağlama Batılılaşmacı/hümanist akım da katılmıştır. 1950'ye kadar olan dönemde edebiyat eleştirisinde otorite konumundaki Nurullah Ataç, gücünü Kemalist ideolojinin Batılılaşmacı ve Aydınlanmacı söyleminin egemenliğinden almaktadır. Bu türden bir güç-söylem ilişkisinin Fethi Naci örneğinde de geçerli olduğu söylenebilir: Fethi Naci, süreç içinde Batılılaşmacı/hümanist akımla bütünleşen Türk Solu'nun "toplumcu" söyleminin edebiyattaki temsilcisidir.

Dil ve ideoloji düzlemlerinde açığa çıkan bu meşruiyet-otorite ilişkisi, özellikle Cumhuriyet dönemi Türk edebiyat eleştirisinin tarihinde derin izler bırakmıştır. Bu güç-söylem ilişkisi, eleştiride nesnellik arayışını, kuramsal temellendirmeleri önem sıralamasında ikinci sıraya düşürmüş, Ataç ve Naci örneklerinde görüldüğü üzere, "beğeni" ve "haz" kavramları çevresinde biçimlenen, öznel bir eleştiri anlayışını sürekli kılmıştır.

Kaynaklar
Arslanoğlu, Kaan. "Fethi Naci'nin Roman Eleştirisinde Yöntem ve Ölçütler". Fethi Naci'ye Armağan içinde.
Ataç, Nurullah. Karalama Defteri - Sözden Söze. İstanbul: Can Yayınları, 1997.
Bezirci, Asım. Nurullah Ataç: Eleştiri Anlayışı ve Yazıları. İstanbul: Kitapçılık Ticaret Limited Şirketi Yayınları, 1968.
Ecevit, Yıldız. "Fethi Naci'de Toplumcu Estetiğin Üç Aşaması". Fethi Naci'ye Armağan içinde, s. 101-122.
Fethi Naci. İnsan Tükenmez - Gerçek Saygısı. İstanbul: Adam Yayınları, Nisan 1982.
Fethi Naci'ye Armağan. Haz.: Semih Gümüş. İstanbul: Oğlak Yayıncılık, 1997.
Gölpınarlı, Abdülbâki. Divan Edebiyatı Beyanındadır. İstanbul: Marmara Kitabevi, 1945.
Hızlan, Doğan. Söyleşiler. İstanbul: Milliyet Yayınları, 1997.
Kavukçu, Cemil. "Özlü Bir Yaşam". Fethi Naci'ye Armağan içinde, 129-130.
Kutlu, Mustafa. "Söze Zulmeylemek". Fethi Naci'ye Armağan içinde, s. 123-125.
Meriç, Cemil. Jurnal 2 1966-1983. İstanbul: İletişim Yayınları, 2000.
Oktay, Ahmet. Zamanı Sorgulamak. İstanbul: Remzi Kitabevi, Kasım 1991.
Pamuk, Orhan. "Yaşanmış Ayrıntı". Fethi Naci'ye Armağan içinde. s. 126-128.
Tanpınar, Ahmet Hamdi. Edebiyat Üzerine Makaleler. Haz.: Dr. Zeynep Kerman. İstanbul: Dergâh Yayınları, Eylül 2000.